Muhtarlığa doğru yürürken heyecan ve neşe içinde değil serapa mahcubiyet içindeydim. Recai Bey’e ne geçen mart ayında muhtar seçildiği zaman ne de hacca gidip geldiğinde ziyarete
gidememiştim. Başım yerdeki kaldırım çukurlarını sayıyor, kollarım adeta benden bağımsız bir şekilde sallanıyordu. Sırtımdaki çantada, Türk Edebiyatı dergisi olmasaydı kapıyı tıklatacak cesareti, emin olun, kendimde bulamazdım. Recai Bey hissettiklerimi yüzümden anlamış olacak, hiç “nerelerdeydin, yüzünü gören cennetlik vb.” laf sokuşturmalarına girmeden beni yukarıya, odasına davet etti. “Çayı demlemiş,
çökmesini beklerken Kamus-ı Türkî’yi karıştırıyordum.” Sayesinde mahcubiyeti geride bırakmıştım. Odasına girince “Siz devam edin çalışmanıza.” dedim. “Ben hemen bardakları getirir,
doldururum.”Salonun ortasına kurduğu sobanın gürül gürül sesi beni ilk atandığım köydeki bekar odasına götürmüştü. Bardakları alırken, çayı soğutmasın diye sıcak suyla çalkalarken, birbiri ardınca demi ve suyu doldururken hep o günleri düşündüm. Kendi bardağımı kucağıma alıp onunkini de yanı başına bıraktım. Bırakırken de göz ucuyla elindeki koca cilde bakıverdim.

Yazıların Osmanlıca olduğunu görünce, içimden “Tamam.” dedim. “Muhabbete girecek kapıyı buldum.”Meğer baltayı işin menba‘ına vurmuşum da haberim yokmuş. Çaylarımızı yudumlarken anlatmaya başladı: “On gün falan oluyor, öğlen namazından gelmişim, kaylûle niyetine oturduğum yerde şekerleme yapıyorum. Birden telefonum car car ötmez mi? İrkildim. Telefonun ucundaki ses “Efendim, ben maarif vekaletinden arıyorum, sizinle görüşmek istiyorum, müsait misiniz?” diyordu. Şu an müsait değilim deyip başımdan savdım. Aynı numara ikindiden sonra iki, akşam yatmaya yakın da üç defa daha aradı. Hiçbirini açmadım. Ne işim olur benim sendikayla, mendikayla… Bu olaydan iki üç gün sonra caminin bahçesinde öğlenin okunmasını beklerken, konu komşuyla havadan sudan laflarken güzel giyimli iki gencin camiye girdiklerini gördüm. Bizim caminin cemaati belli, Cuma namazları dışında, pek dışarıdan gelen olmaz. Hayırdır inşallah demeye kalmadan namaz çıkışı peşime düştüler. Yok efendim kaç gündür sizi arıyoruz da ulaşamıyoruz, maarif vekilimiz mahsus selamlarını yolladılar, illa da sizinle konuşmamız lazım Neyse lafı fazla uzatmayayım. İki çay ısmarladım, dertlerini anlattılar. Sağolsun maarif vekilimiz, gidin Recai Bey’in hem halini hatırını sorun, hem de 19. Eğitim Şurası ile ilgili bir teklifi var mı yok mu sorun diye bunları göndermiş. Yok, hayır benim ne teklifim olacak, hadi diyelim oldu onu kabul etmeye kimin gücü yetecek dedimse de ısrarlardan kurtulamadım. Hatta en sonunda size iki de gazoz ısmarlayayım, muhtarlığa gittik yoktu dersiniz, böylelikle ne siz beni görmüş olursunuz, ne de ben sizi teklifini bile yaptım. Adamlar yapıştı mı bırakmıyorlar. Baktım kurtuluş yok, o zaman, liselere Osmanlıca dersi koyun deyiverdim. Yıllardır toplanıp toplanıp kılıbık adamların alışveriş listesi gibi upuzun bir liste halinde kararlar alan şura, belki bir hayra vesile olur da vatana millete faydalı bir işe imza atar.

Aramızda kalsın, ben maarif vekaletinden gelen o iki delikanlıya bunları söylerken, gerçekten de bu kararı alacaklarını, memleket gündeminde konu eksikmiş gibi gündemin başa köşesinde kendine yer bulacağını, hatta reis-i cumhurun bunu kendine konu edineceğini tahmin etmemiştim.”
Recai Bey’i dinlerken bardaklarımız boşalıvermişti. Çantamdaki dergiyi kendisine uzattım. “Geçen ay Türk Edebiyatı Dergisi’nde ilk röportajım ve ilk hikayem yayınlandı.” dedim. En az benim kadar sevindiği dergileri elimden alışından belli oluyordu. Sobanın üstünden çaydanlığı indirdim. İçimden “Dizimizin dibinde memleket siyasetine yön veren bir adam oturuyor da kıymetini bilemiyor, ziyaretine bile gidemiyoruz.” diye geçirdim. Ben çayları tazelerken Recai Bey, sanki az önce anlattıklarını kendi yaşamamış gibi çoktan dergiye gömülmüştü bile.