Asabiyet/millet (ırk), Aşiret ve BM Nato'sunun karşılaştırılması üzerine...
Asabiyet: Aynı soydan gelenlerin veya bir başka sebeple aralarında yakınlık bulunanların muhaliflere karşı birlikte hareket etmelerini sağlayan dayanışma duygusudur.
Yıllarca; Türkiye’de yaşan herkesin neden Türk, Irak’ta ve Suriye’de yaşayan herkesin neden Arap ve İran’da yaşayan herkesin neden Acem/farıs olma ‘gerekliliğini’ düşünüyordum. Taki Mukaddime'de İbni Haldun’un: “Asabiyeti; dar mânâda savunma veya saldırı maksadına yönelik mücadele enerjisi sağlayan toplumsal şuur… Asabiyet konusunu işleyen ilk bölümlerinde ise asabiyeti ırkî bağların veya coğrafî, siyasî yahut ta dinî sebeplerin doğurduğu birlik ve dayanışma ruhu olarak incelediğini… Bu sebeple o asabiyeti doğrudan doğruya beşerin fıtrî bir özelliği ve en küçük içtimaî birliklerden en büyük devletlere kadar bütün toplulukların kuruluş, gelişme ve yıkılışlarında rolü bulunan bir kitle enerjisi” olarak ele aldığını gördüm.
Dikkatimi çeken bu konuyu paylaşma gereği duydum. Paylaşırken de alakasız gibi görünse de alakalı olduğunu düşündüğüm kendi düşüncelerimi satır aralarına eklemekten de geri durmadım.
Asabiyet kavramını ilk defa ilmî ve objektif bir metotla inceleyen İslâm mütefekkiri, tarih ve devlet felsefesini açıklarken bu kavrama en büyük ağırlığı veren İbni Haldun'dur. İbni Haldun asabiyet teriminin kendi felsefesinde ihtiva ettiği mânâyı tam olarak ifade eden bir tarifini vermemiştir. Bu yüzden çeşitli araştırmacılar, asabiyet teriminin Mukaddime'de dayanışma ruhu, cemaat ruhu, grup duygusu, kabilecilik, kan bağı, sosyal dayanışma gibi kavramlardan biri veya birkaçı karşılığında kullanıldığını öne sürmüşlerdir.
Bununla birlikte İbni Haldun, asabiyeti dar mânâda savunma [müdafaa] veya saldırı [mütâlebe] maksadına yönelik mücadele enerjisi sağlayan toplumsal şuur şeklinde anlamaktaysa da, Mukaddime'nin bu konuyu işleyen ilk bölümlerinden anlaşıldığına göre asabiyeti ırkî bağların veya coğrafî, siyasî yahut da dinî sebeplerin doğurduğu birlik ve dayanışma ruhu olarak incelemiştir. Bu sebeple o asabiyeti şu veya bu dönemdeki ya da çevredeki uygulanış biçimine göre değil, doğrudan doğruya beşerin fıtrî bir özelliği ve en küçük içtimaî birliklerden en büyük devletlere kadar bütün toplulukların kuruluş, gelişme ve yıkılışlarında rolü bulunan bir kitle enerjisi olarak ele almakta…
Öfke, şehvet vb. öteki biyolojik ve psikolojik yetenekler gibi asabiyetin de müspet veya menfi yönlerinin mevcut olduğunu söylemektedir. Buna göre Hz. Peygamber'in yerdiği asabiyet, haksız ve yanlış uygulamalarla ortaya çıkan Câhiliye asabiyetidir. Buna karşılık asabiyetin arzu edilen yönü hakkı ve Allah'ın emrini gerçekleştirmeye hizmet yolunda kullanılmasıdır. Esasen dinler ve şeriatlar bile asabiyet desteğiyle kurulur. Bu destekten mahrum kalınca da yıkılırlar [Mukaddime, s. 180-181].
İbni Haldun'a göre asabiyet, en ibtidaî şekliyle, beşerin tabiatında bulunan zulüm ve düşmanlık temayüllerine karşı yine aynı tabiattan gelen akraba vb. yakınlara acıma duygusunun doğurduğu yardımlaşma ve dayanışma eğilimidir [a.g.e, s. 116-117].
Gerçekte soy birliğinden, başka bir deyişle organik yakınlıktan kaynaklanan, dolayısıyla en ileri derecede ilkel [bedevi.] topluluklarda bulunan asabiyet, toplulukların yerleşik ve medenî [hadarî.] hayata geçmeleri nisbetinde gücünü kaybeder [a.g.e, s. 118-125]. Zira bu durumda çeşitli nesepler arasında homojenliğin ortadan kalkması soy birliğini olumsuz yönde etkileyecektir. Nitekim en güçlü asabiyet, birbirine en yakın akraba [en-nesebü'l-hâssa.] arasında bulunur ve nesep uzak akrabaya [en-nesebü'l-âmme.] yayıldıkça asabiyet de zayıflar [a.g.e, s. 118].
İbni Haldun, kendi dönemine kadar İslâm kültür ve medeniyetinin hâkim olduğu ülkelerdeki hanedan, kabile ve milletlerin tarihleri üzerinde yaptığı objektif inceleme ve tahlilleri neticesinde ilkel hayattan medenî hayata, aile, aşiret, kabile birliklerinden devlet yapısına, kaba kuvvet döneminden hukuk düzenine geçişin her safhasında rol oynayan temel faktörün asabiyet dinamizmi olduğu hükmüne varmaktadır.
Hatta İbni Haldun, söz konusu devletin kurulmasından sonra bile asabiyetin bu fonksiyonuna ihtiyaç duyulacağı görüşündedir. Hükümdar veya hanedan siyasî prestijini [mecd] korumak ve güçlendirmek için asabiyeti canlı tutmak zorundadır. Aksi halde daima pusuda bekleyen başka bir asabiyet gurubu, güç üstünlüğünün kendisine geçtiğini anladığı anda hâkimiyeti ele geçirebilir.
İbni Haldun'un tarih ve devlet felsefesinin bu şekilde bir nevi asabiyet diyalektiğine dayandığı muhakkaktır.
Öyle ki ona göre her yeni fikir ve inanca karşı insanların tabiatında bulunan menfi tavır onlara galebe çalıp hâkimiyet altına almak [mülk.] için zora başvurmayı gerekli kılar. Bu da ancak gayesi egemenlik ve mülk olan asabiyetle mümkündür. Dolayısıyla, bir hâkimiyetin hatta peygamberlik veya herhangi bir ideolojinin başarıya ulaşması, öncelikle asabiyet ruhunun gücüne bağlıdır [a.g.e, s. 117]. Bu güce olan ihtiyaç bakımından peygamber ile dinî mesaj taşımayan başka hâkimiyet hareketleri arasında fark yoktur.
Hz. Peygamber'in; “Allah, kavminin himayesinden destek almayan hiçbir peygamber göndermemiştir” anlamındaki sözü de bu gerçeği vurgulamaktadır[a.g.e, s. 143].
Nitekim realitede de peygamberler, risâletlerini tebliğ ederken kâfirlerin baskılarına karşı korunmalarını sağlayacak olan kabile asaletine [hasep.], asabiyet ve kudrete [şevket.] sahip olmuşlardır [a.g.e., s. 86].
Bu suretle asabiyet; peygamberin, dolayısıyla dinin başarıya doğru ilerlemesi için hareket enerjisi sağlarken din de asabiyete toplayıcı, kaynaştırıcı bir nitelik kazandırır; ilkel şekliyle maddî menfaatlere yönelik olan asabiyeti idealize ederek dinî öğretilerin yayılması, hakikatin gün ışığına çıkarılması, daha faziletli bir toplum kurulması gibi yüksek hedeflere yöneltir. [TDV. İ. A c: 3, s: 453-454]
Devamı var…