Aynı şekilde din, israf ve ihtişam tutkusu ile itibar ve menfaat çekişmelerini dizginlemek suretiyle devlete süreklilik kazandırır. Ayrıca hâkimiyet ve iktidarın emniyet altına alınması için siyasî ahlâka riayet edilmesinin ve idareyi elinde bulunduranların siyasî erdemlerle donanmalarının gerekliliğini de vurgulayan İbni Haldun, böylece asabiyet diyalektiğini ahlâkî ve manevî unsurlarla yumuşatmış bulunmaktadır. Nitekim ona göre en iyi siyaset Allah'ın hükümlerini uygulamakla gerçekleşir.[1]
Asabiyet mülkün kaynağı [asl.] ve kuruluş sebebidir. Cömertlik, af, müsamaha, sabır, vefa, halkın sıkıntılarıyla ilgilenme, kanuna ve ilme saygı, hayâ, merhamet, doğruluk gibi dinî, ahlâkî faziletler ve hayırlar da mülkün devamını sağlayan hasletlerdir. Bunlar olmadan bir idare, uzuvları kesilmiş insan gibidir. Dolayısıyla kötülükler [mezmûmat.] ve fenalıklar [rezâil.] işleyen bir milletin iktidarı, Allah'ın koyduğu kanun gereğince yıkılıp gider. [Mukaddime, s. 129-131]
Netice olarak İbni Haldun, Asabiyeti şu ana bağlar ile bir birine bağlı olanlar arasında kurmaktadır: Irkî bağların veya coğrafî, siyasî yahut da dinî sebeplerin doğurduğu birlik ve dayanışma ruhu ile bir birine bağlı olanlar, Asabe’dirler.
Evet, aynı soydan gelenlerin veya bir başka sebeple aralarında yakınlık bulunanların muhaliflere karşı birlikte hareket etmelerini sağlayan dayanışma duygusu.
Örneğin: Ortadoğu’da yaşayan halklar olan Kürtler, Araplar, Acemler/fars ve Türklerin varsa bir asabiyeti, dinî olduğu aşikârdır. Peki, Saddam Halepçeyi “Enfal” adıyla işlerken bu asabiyet duygusu neredeydi?
Câhiliye döneminde, aralarında baba tarafından kan bağı bulunan akrabanın oluşturduğu topluluğa “Asabe”, bu topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir dış tehlikeye karşı koymak veya saldırıda bulunmak söz konusu olduğunda bütün topluluk üyelerinin harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhuna da “Asabiyet” denilmekteydi.
Düzenli bir siyasî birlikten ve hukukî yapıdan mahrum olan Câhiliye döneminde, bir kabilenin veya kabileden bir kişinin başka kabile tarafından -hangi sebeple olursa olsun- tecavüze uğramasını önleyen veya herhangi bir tecavüzün vukuu halinde, bunun doğurduğu maddî ve manevî zararın telâfisini sağlamaya sevkeden en önemli ve tesirli âmil asabiyet kanunuydu. Saldırıya mâruz kalan tarafın kendi kabilesini yardıma çağırması [istigâse] halinde bütün kabilenin galeyana gelerek [hamiye] bu çağrı uyarınca hareket etmesi asabiyet kanununun kaçınılmaz bir gereğiydi. Bu nedenle Câhiliye döneminde ardı arkası kesilmeyen kabileler arası savaşların temelinde bu kanun vardı.
Düzenli bir siyasî birlikten ve hukukî yapıdan mahrum olan Câhiliye döneminde durum bu şekildeydi. Peki, asrımızın düzenli bir siyasî birliğe ve hukukî yapıya sahip olan Medeniyet döneminin BM’si ve NATO’su ne durumdadır?
Asabiyet kanununa dayalı Câhiliye döneminde kabileler arası savaşların ardı arkası kesilmezken, ‘Medeniyet’ döneminde de devletlerarası savaşların ardı arkasının kesilmeyişinin sebebini anlamış değilim!
Asabiyetin siyasî ve hukukî alanlardaki otorite boşluğunu doldurmak, mal, can ve ırz güvenliğini sağlamak gibi olumlu yönleri yanında aile, aşiret veya kabilenin yahut benzer bir topluluğun hak ve menfaatlerine tecavüz etmek, onlara karşı şiddete başvurarak üstünlük sağlamak gibi olumsuz ve zararlı yönleri de vardı. Böyle bir asabiyet anlayışı, Cündeb b. Anber b. Temîm'e isnat edilen [ Meydânî, II, 334] bir şiirde; “İster zalim ister mazlum olsun kardeşine yardım et” şeklinde ifade edilmiştir. Zamanla Arap atasözleri arasına giren bu ifade, yazısız bir kanun olarak telakki edilmiştir.
Şair Asla' b. Abdullah'ın; “Kardeşim bir topluluğa karşı haksızlık yapınca ben ona yardım etmeyeceksem haksızlığa uğrayınca da yardım etmem” anlamına gelen beyti [Ebü'l-Mehâsin eş-Şeybî, I, 325.], başka bir şairin; "Senin gerçek kardeşin seninle birlikte hareket eder; sen zalim olursan o da seninle birlikte zalim olur” mânasındaki beyti [Ebü'l-Hilâl el-Askerî, ı, 58-59.] Câhiliye dönemindeki asabiyet anlayışının tipik ifadeleridir.
Peki, bu dönemde de yaşanan bazı olaylar o dönemi ve bu şekilde düşünen şairlerin asabiyet duygusunu hatırlatmıyor mu?
İslamiyette, her ne şekilde olursa olsun bu zihniyetin temelini teşkil eden soy üstünlüğü, kabilecilik ve kavmiyet davalarının tümüyle reddedildiği [Tekâsür 102/1-8], samimi dindarlık ve ahlâkî hassasiyet demek olan takva dışında bir üstünlük sebebi görülmediği, guruplar arasında baş gösterebilecek çekişmeleri -asabiyet gayretiyle daha da arttırmak yerine- öncelikle, adalet ve hakkaniyete dayanan uzlaşma yoluna gitme ve her durumda haksız tarafın karşısında olma vecibesinin getirildiği açıkça görülmektedir [Hucurât 49/9-13].
Peki, asrımız dindarları bu vazifeyi ne denli ifa etmektedirler?
Âl-i İmrân sûresinin 103. âyeti Müslümanlara, “Hep birlikte Allah'ın dinine [hablüllah] sarılmaları”nı emreder daha sonra, Allah'ın -Câhiliye asabiyetinden kaynaklanan-düşmanlıkları da kardeşliğe dönüştürdüğünü ve böylece onları bir ateş çukuruna düşmekten nasıl kurtardığını hatırlatır. Başka bir âyet ise [Mâide 5/2] kötülük ve düşmanlık istikametinde dayanışma yasaklanarak “iyilik ve takva üzerinde yardımlaşınız” emriyle dayanışmaya ahlâkî bir muhteva kazandırılmıştır.
Evet, kötülük ve düşmanlık istikametinde dayanışma yasaklanmış, “iyilik ve takva üzerine yardım” ise emredilmiş…
Hadislerde hem asabiyetin tarifi yapılmış, hem de asabiyet davasının İslâm'ın ruhuna aykırı olduğu açıkça ortaya konulmuştur.
Evet, ama hangi asabiyet?
[1] - Not: Bu yazıda; TDV. İ. A c: 3, 453-454. Sayfalarından da faydalanılmıştır.