Asabiyet, Aşiret ve BM Nato'su (2)



Asabiyet mülkün kaynağı [asl.] ve kuruluş sebebidir. Cömertlik, af, müsamaha, sabır, vefa, halkın sıkıntıla­rıyla ilgilenme, kanuna ve ilme saygı, hayâ, merhamet, doğruluk gibi dinî, ahlâkî faziletler ve hayırlar da mülkün de­vamını sağlayan hasletlerdir. Bunlar olmadan bir idare, uzuvları kesilmiş insan gibi­dir. Dolayısıyla kötülükler [mezmûmat.] ve fenalıklar [rezâil.] işleyen bir milletin iktidarı, Allah'ın koyduğu kanun gere­ğince yıkılıp gider. [Mukaddime, s. 129-131]

Netice olarak İbni Haldun, Asabiyeti şu ana bağlar ile bir birine bağlı olanlar arasında kurmaktadır: Irkî bağların veya coğrafî, siyasî yahut da dinî sebeplerin doğurduğu birlik ve dayanışma ruhu ile bir birine bağlı olanlar, Asabe’dirler.

Evet, aynı soydan gelenlerin veya bir başka sebeple aralarında yakınlık bulunanların muhaliflere karşı birlikte hareket etmelerini sağlayan dayanışma duygusu.

Örneğin: Ortadoğu’da yaşayan halklar olan Kürtler, Araplar, Acemler/fars ve Türklerin varsa bir asabiyeti, dinî olduğu aşikârdır. Peki, Saddam Halepçeyi “Enfal” adıyla işlerken bu asabiyet duygusu neredeydi?

Câhiliye döneminde, aralarında baba tarafından kan bağı bulunan akrabanın oluşturduğu topluluğa “Asabe”, bu top­luluğun bütün fertlerini birbirine bağla­yan ve herhangi bir dış tehlikeye karşı koymak veya saldırıda bulunmak söz konusu olduğunda bütün topluluk üyelerinin harekete geçmesini sağlayan bir­lik ve dayanışma ruhuna da “Asabiyet” denilmekteydi.

Düzenli bir siyasî birlikten ve hukukî yapıdan mahrum olan Câhiliye dönemin­de, bir kabilenin veya kabileden bir kişi­nin başka kabile tarafından -hangi se­beple olursa olsun- tecavüze uğraması­nı önleyen veya herhangi bir tecavüzün vukuu halinde, bunun doğurduğu mad­dî ve manevî zararın telâfisini sağlama­ya sevkeden en önemli ve tesirli âmil asabiyet kanunuydu. Saldırıya mâruz ka­lan tarafın kendi kabilesini yardıma ça­ğırması [istigâse] halinde bütün kabile­nin galeyana gelerek [hamiye] bu çağrı uyarınca hareket etmesi asabiyet kanu­nunun kaçınılmaz bir gereğiydi. Bu nedenle Câhi­liye döneminde ardı arkası kesilmeyen kabileler arası savaşların temelinde bu kanun vardı.

Düzenli bir siyasî birlikten ve hukukî yapıdan mahrum olan Câhiliye dönemin­de durum bu şekildeydi. Peki, asrımızın düzenli bir siyasî birliğe ve hukukî yapıya sahip olan Medeniyet döneminin BM’si ve NATO’su ne durumdadır?

Asabiyet kanu­nuna dayalı Câhi­liye döneminde kabileler arası savaşların ardı arkası kesilmezken, ‘Medeniyet’ döneminde de devletlerarası savaşların ardı arkasının kesilmeyişinin sebebini anlamış değilim!

Asabiyetin siyasî ve hukukî alanlardaki otorite boşluğunu doldurmak, mal, can ve ırz güvenliğini sağlamak gibi olumlu yönleri yanında aile, aşiret veya kabilenin yahut benzer bir topluluğun hak ve menfaatlerine tecavüz etmek, onlara karşı şiddete başvurarak üstünlük sağlamak gibi olumsuz ve zararlı yönleri de vardı. Böyle bir asabiyet anlayışı, Cündeb b. Anber b. Temîm'e isnat edilen [ Meydânî, II, 334] bir şiirde; “İster zalim ister mazlum olsun kardeşine yardım et” şeklinde ifade edilmiştir. Zamanla Arap atasözleri arasına giren bu ifade, yazı­sız bir kanun olarak telakki edilmiştir.

Şair Asla' b. Abdullah'ın; “Kardeşim bir topluluğa karşı haksızlık yapınca ben ona yardım etmeyeceksem haksızlığa uğrayınca da yardım etmem” anlamına gelen beyti [Ebü'l-Mehâsin eş-Şeybî, I, 325.], başka bir şairin; "Senin gerçek kar­deşin seninle birlikte hareket eder; sen zalim olursan o da seninle birlikte za­lim olur” mânasındaki beyti [Ebü'l-Hilâl el-Askerî, ı, 58-59.] Câhiliye dönemindeki asabiyet anlayışının tipik ifadeleridir.

Peki, bu dönemde de yaşanan bazı olaylar o dönemi ve bu şekilde düşünen şairlerin asabiyet duygusunu hatırlatmıyor mu?

İslamiyette, her ne şekil­de olursa olsun bu zihniyetin temelini teşkil eden soy üstünlüğü, kabilecilik ve kavmiyet davalarının tümüyle reddedil­diği [Tekâsür 102/1-8], samimi dindarlık ve ahlâkî hassasiyet demek olan takva dışında bir üstünlük sebebi görülmediği, guruplar arasında baş gös­terebilecek çekişmeleri -asabiyet gay­retiyle daha da arttırmak yerine- öncelikle, adalet ve hakkaniyete dayanan uz­laşma yoluna gitme ve her durumda haksız tarafın karşısında olma vecibesi­nin getirildiği açıkça görülmektedir [Hucurât 49/9-13].

Peki, asrımız dindarları bu vazifeyi ne denli ifa etmektedirler?

Âl-i İmrân sûresinin 103. âyeti Müslümanlara, “Hep birlik­te Allah'ın dinine [hablüllah] sarılmaları”nı emreder daha sonra, Allah'ın -Câhiliye asabiyetinden kaynaklanan-düşmanlıkları da kardeşliğe dönüştürdüğünü ve böylece onları bir ateş çukuruna düş­mekten nasıl kurtardığını hatırlatır. Baş­ka bir âyet ise [Mâide 5/2] kö­tülük ve düşmanlık istikametinde da­yanışma yasaklanarak “iyilik ve takva üzerinde yardımlaşınız” emriyle daya­nışmaya ahlâkî bir muhteva kazandırıl­mıştır.

Evet, kö­tülük ve düşmanlık istikametinde da­yanışma yasaklanmış, “iyilik ve takva üzerine yardım” ise emredilmiş…

Hadislerde hem asabiyetin tarifi yapılmış, hem de asabiyet davasının İs­lâm'ın ruhuna aykırı olduğu açıkça or­taya konulmuştur.

Evet, ama hangi asabiyet?


[1] - Not: Bu yazıda; TDV. İ. A c: 3, 453-454. Sayfalarından da faydalanılmıştır.