TAKSİM Meydanı’nda dün meydana gelen patlamanın yarattığı endişe, yeryüzündeki bütün endişelerin ağababasıdır.
Bu öyle bir endişedir ki...
Ne modernlerimizin yaşam tarzı endişesine benzer, ne de mahalle baskısı endişesine...
Bu öyle bir endişedir ki...
Tartışması bile yapılmaz, hemen herkes hemfikir olur.
Bu öyle bir endişedir ki...
Endişelerin en hakikisidir, piridir, kaynağıdır.
İşte bakın:
Anne babalar, oğulları ve kızlarına kalabalık yerlere gitme yasağı koymaya başladılar bile...
Zorunlu olmadıkça kimse bir süre çıkmayacaktır Taksim’e artık...
Ve tabii ki artık resepsiyon krizlerinin, türban tartışmalarının, siyasette üslup sorunlarının falan da pek bir anlamı kalmamıştır.
Çok doğaldır bütün bunlar...
“Can korkusu” gelince diğer bütün korkular silinip gider.
Ve istenen de, amaçlanan da, hedeflenen de zaten böyle bir şeydir.
Oktay Ekşi’ye tekme mi attım
ÖFKEYLE soruyorlar bana:
“Düşene tekme atmak delikanlılık mıdır?”
Düşenden kastettikleri Oktay Ekşi...
“İstifa etmeliydi, yakışanı yaptı” diye yazdım ya...
Öfkeli sorunun nedeni bu...
Cevap veriyorum: Her türden çirkinlik karşısında aslanlar gibi kükrerken, kendi gazetende ortaya çıkan bir çirkinlik karşısında suspus olursan...
İşte asıl o zaman delikanlılığa sığmayacak bir tutum almış olursun.
¡¡¡
Doğrudur... Başkaları benzer hatalar yaptıklarında bırakın istifa etmeyi iltifata bile mazhar oluyorlar.
Doğrudur... Başkalarının yaptıkları çirkinlikler, ölçüsüzlükler, kabahatler görmezden geliniyor.
Ama başkaları böyle yapıyor diye...
Biz de mi aynısını yapacağız? Biz de mi çirkinliği görmezlikten geleceğiz? Biz de mi kabahati iltifatla karşılayacağız?
Kendi ayıbımızı, başkalarının ayıplarıyla mı dengelemeye kalkacağız?
Bir yazar “bizden” ise, ne yaparsa yapsın savunacak mıyız?
Kendi ayıbımızı görmeyip hep başkalarının ayıplarına mı yoğunlaşacağız?
Hep kol kırılıp yen içinde mi kalacak?
Peki o zaman?
Bir “ölçü” nasıl oluşturulacak?
Bir “ilkesel çerçeve”ye nasıl kavuşacağız?
Standardımız hep “cemaatçilik”, “taraftarlık”, “fanatiklik” mi olacak?
Eğer böyle davranırsak...
Her türlü seviyesizliği, hatayı, kabahati görmezden gelmiş olmaz mıyız?
İşte söylüyorum:
Ben buna boyun eğemem... Bu mümkün değil.
Oktay Ekşi’ye yönelik eleştirilerimin arkasındayım. Ona yönelik tepkileri de sonuna kadar haklı buluyorum.
¡¡¡
Bana öfkelenenleri daha da öfkelendirmek pahasına yazmadan geçemeyeceğim:
Oktay Ekşi’nin veda yazısını da yadırgadım.
Kullandığı o çirkin ifadeye yönelik tepkilere hak vermek yerine ya da hiç değilse olgunluk gösterip durumu kabullenmek yerine, tepkileri garipsediğini ima etmesini, olayı hafifseyen bir üslup kullanmasını yadırgadım.
Başyazarlık kaldırılsın
BİR yazara “başyazar” payesini verdiğiniz andan itibaren...
İki şeyden biri oluyor:
Ya o “yazar”ın görüşlerine “gazetenin görüşleri” muamelesi çekiliyor.
Ya da o “yazar”, kişisel görüşlerini “gazetenin görüşleri”ne uyarlamak zorunda kalıyor.
Yani...
İki durumda da fena halde bir “zorlama” söz konusu.
Hem yazara, hem de gazeteye büyük haksızlık!
Oysa...
Bir yazarın görüşlerinin, yayınlandığı gazeteyi bağlaması da...
Bir gazetenin yaklaşımını, bir yazar aracılığıyla ifade etmeye kalkması da...
Tam anlamıyla saçmalık!
Kısacası...
“Başyazarlık”, yapısal olarak yanlıştır.
Yıkılmalıdır. Kaldırılmalıdır.
Geç bile kalınmıştır.
Yandaş teşekkür ilanı
BİR oteller zinciri, açılışını yaptığı son otelin açılış törenine katılanlara teşekkür eden tam sayfa ilanlar vermiş gazetelere...
Başbakan’a, bakanlara, milletvekillerine teşekkür ediliyor ilanda.
Buraya kadar her şey normal...
Ben ilandaki son cümleye takıldım.
Şöyle deniliyor:
“En kalbi şükranlarımızı arz ederiz.”
Şu “en kalbi” tanımını bu memlekette en çok kim kullanıyor?
Eğer cevabı biliyorsanız, “yandaş teşekkür ilanı” derken neyi kastettiğimi de anlamış oldunuz.
Yakışıyor mu?
? Dünyanın en büyük üçüncü ordusunun komutanlarına, başörtülü kadınlardan kaçmak yakışıyor mu?
? CHP gibi bir partiye, iktidar partisi ile çocukça kafa bulan sergiler düzenlemek yakışıyor mu?
Smokin elde kaldı
28 Şubat süreci... Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel... Resepsiyonlara davet edilmiyorum.
Post 28 Şubat süreci... Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer... Resepsiyonlara yine davet edilmiyorum.
AK Parti dönemi... Cumhurbaşkanı Abdullah Gül... Resepsiyonlara davet edilmemeye devam...
¡¡¡
Hiçbir şeye yanmıyorum da...
Gül Cumhurbaşkanı olunca...
“Devir artık demokrasi devri” falan diye aldanıp onca para dökerek yaptırdığım güzelim smokinim elimde kaldı...
İşte ona yanıyorum.
Ve şöyle dua ediyorum: Şu fakire “smokin”le katılabileceği bir etkinlik medet!
Kitap Fuarı’ndan nasıl eğlence çıkar
? BİR: “Beylikdüzü uzak” falan demeyip gidin fuara... Atalarımızın Balkan coğrafyasında nerelere kadar ulaştığını kavramak az şey mi?
? İKİ: Önünde sıra olan yazarları bir tarafa bırakıp kimselerin kitap imzalatmadığı yazarlara koşun... Hem kıymete binersiniz, hem de iyilik yapmış olursunuz.
? ÜÇ: Kitap imzalattığınız cool yazarla samimi fotoğraflar çektirmeyi ihmal etmeyin... Maksat duruşu bozulsun.
? DÖRT: Aşktan hiç çakmayan yakın arkadaşınız için aşk kitaplarının unutulmaz yazarlarından birine kitap imzalatın... Mavra yapacak bir konunuz çıkar.
? BEŞ: İslamcı yazarlardan birine yaklaşıp, “Ben laiğim ama sizi çok beğeniyorum” ya da laik yazarlardan birine yaklaşıp “Ben İslamcıyım ama sizi çok beğeniyorum” deyin... Uyandıracağınız etki çok büyük olacaktır.
? ALTI: Kitap fuarına okul yönetimi tarafından getirilen mektep çocukları kalabalığından şikâyet edin... Geleneksel bir tutum almış olursunuz.
? YEDİ: Sakın “Eskiden fuar şehrin göbeğindeydi, ne güzeldi” falan demeyin... Fazla klişeye vurmuş olursunuz kendinizi.
? SEKİZ: Becerebilirseniz fuarın “anons sistemi”ne sızıp, “Refik Halit Karay falanca stantta siz okurları için kitaplarını imzalamaktadır” şeklinde bir anons yaptırın. Haber bile olursunuz.