Gazi haklı beyler!
Ortaya yer sofrası gibi yuvarlak bir tahta sehpa getirdiler. Üstüne A’dan Z’ye bütün harflerle rakamları çember olacak şekilde dizdiler. Çemberin ortasına da üzerinde “evet” ve “hayır” yazan iki kağıt ile birlikte tam ortaya bir mum koydular. Işıkları söndürüp altıgen biçiminde yerlerini aldılar. Benim bulunduğum yer odanın kapıya en uzak kısmıydı. Üç tanesinin yüzünü mum ışığında seçebiliyor, diğerlerinin sırtlarını gölge halinde görebiliyordum.
Seansı yönetecek olan elindeki fincanı gösterdi, “kimin ruhunu çağıralım?” Birinin “teyze oğlunu çağıralım, küçükken vefat etmişti” teklifi rağbet görmedi, diğerinin “benim dedem geçen sene öldü, onu çağıralım” önerisini duymazdan geldiler. Seans yöneticisi “aklıma bir fikir geldi” dedi. “Bugün 10 kasım değil mi? Atatürk’ün ruhunu çağıralım.” Bir uğultu oldu. Herkes birbirine bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Kimi “Gazi’ye zahmet etmeyelim” diyor kimi “saygısızlık yapmayın arkadaşlar” diye uyarılarda bulunuyor kimi ise “fena fikir değil” diyerek seans yöneticisine destek çıkıyordu. Hepsinin yüzünden aslında merak ettikleri de belli oluyordu. Sessizlik oldu. Kararı verdiler. Hepsi yutkundu, derin nefes aldı. Yönetici fincana üfledi “Gazi Mustafa Kemal’in aziz ruhu, seni çağırıyoruz, lütfen gel!” Fincanı mumun yanına ters kapatıp üstüne parmaklarını koydular. Otuz saniye sonra yönetici “geldin mi?” dedi. “Geldiysen evet de.” Üstü parmak dolu fincan masanın üstünde kaydı kaydı, evetin yanında durdu. Hepsine bir korku geldiği için titriyorlar, titredikçe de fincanı, gelen ruhun titrettiğine kanaat getirip daha da korkuyorlardı. İnce ama kararlı bir ses titremeyi böldü: “Çekin ellerinizi fincandan!”
Hepsi yıllardır dinledikleri “nutuk” sesiyle az önce duydukları sesin aynı olduğunu anlamış, Gazi’nin geldiğine inanmışlardı. Konuşma emirlerle devam etti:
“Hepiniz ellerinizi dizinizin üstüne koyun ve beni iyi dinleyin. Ben size “hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” dememiş miydim? İlim irfan peşinde koşacağınıza yaptığını işlere bakın. Sorsanız her türlü bağnazlığa hepiniz karşısınız, hurafelere inanmaz, üfürükçülere öfke kusarsınız. Kaçınız benim “nutuk” adlı eserimi baştan sona okudu? Kaçınız okusa anlayabilir? Kaç taneniz “nutuk” kelimesinin anlamını biliyor? Biriniz çıksın cumhuriyeti ona emanet edeceğim. Benim emanetime böyle mi saygı gösteriyorsunuz? Yazıklar olsun. Biz bu devleti kurarken ne hayallerle kurmuştuk. Elli sene yüz sene sonrasını düşünerek mutlu oluyor, kendimizi motive ediyoruz. Heyhat arkamızdan bizi anan nesillere bak. Beni anmayı 10 Kasım da siren çalmak sanıyorsunuz çok yanılıyorsunuz çocuklar. Her şey “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye slogan atmakla olmuyor. Çalışmıyorsunuz, itiraf edin. Haydi itiraf edin okumuyorsunuz. Hepinizin elinde birer telefon; başparmaklarınız bir yukarı, bir aşağıya. Zihinleriniz buradan kime laf soksam diye işliyor. Sanal alemde ülke kurtarıyorsunuz değil mi? Size kalmıştı ya ülke kurtarmak.”
Herkesin kafası öne eğilmiş kulaklar dahil bütün yüzler kızarmıştı. Mahcubiyetten başka yapacak bir şeyleri yoktu. “Yer yarılsa da içine girsek” diyenlerin olduğuna adım gibi emindim.
“Ölüm yıldönümümde hakkımda hayırlı şeyler yapmak varken ruhumu çağırmayı düşündüğünüz için ne kadar müteşekkirim. Beni böyle anacaksanız hiç anmayın çocuklar. Proje üretin, üretilen projelere köstek değil destek olun, geliştirin. Her şeye karşı olmakla bir yere varamayacaksınız benden söylemesi. Ah bir hayatta olsaydım, sizi adam etmesini bilirdim ama neyse. Şu arkanızda oturan var ya, hani aranıza almadığınız. –benden bahsediyordu- o çocuk en azından sizin gibi hurafelere inanmıyor. Onu canı gönülden tebrik ediyorum. Şimdi gidiyorum, beni kızdırdığınız bu meseleleri diğer arkadaşlarınıza da anlatın ki onlar da saçma sapan şekilciliklerden vazgeçip ilmin yoluna geri dönsünler.”
Masadaki herkes terden sırılsıklamdı. Olduğu yere yığılanlar, başını kollarının arasına alanlar… Ağlayanlar bile vardı. Işığı ben açtım. Yalnızca seansı yöneten soğukkanlılığını koruyordu. Fincanı ters çevirdi, mumu üfledi “Gazi haklı beyler!”