Uzun bir süre sonra köşeme döndüm. Bu geri dönüşü sağlayan ise Murat Gülsoy’un son romanı Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’dir.
Son bir sene içinde okuyup etkilendiğim dördüncü roman bu. Birincisi Beşir Ayvazoğlu’nun Ateş Denizi, -ki bu kitapla ilgili bir yazı yazmıştım (http://www.aydinses.com/simdiden-klasik-makale,1054.html)- ikincisi Hasan Ali Toptaş’ın Heba’sı, üçüncüsü de Kemal Varol’un Haw’ıdır.
Beni etkileyen dördüncü roman Gölgeler ve Hayaller Şehrinde meşrutiyetin ilan edileceği günlerde geçiyor. Küçüklüğü İstanbul’da geçmiş gazeteci Fuat Chausson, Fransız L’Illustration gazetesi adına muhabir olarak payitahta gelişiyle başlayan roman, o günün Osmanlı’sını, padişah II. Abdülhamid’i, aydınların doğu-batı ikilemini tarafsız bir gözden yani muhabir Fuat’ın gözünden aktarıyor. Yazar Murat Gülsoy kitabın tamamını Fuat’ın, Alex ismindek bir arkadaşına yazdığı mektuplar şeklinde kurgulamış.
Baştan söylemeliyim ki kitabı okurken ister istemez, kendimi günümüz İstanbul’u ile 1900’lerin henüz başlarındaki İstanbul’u kıyaslarken buldum. Romanın kahramanı Fuat’ın deyişiyle o günün İstanbul’u Gölgeler ve Hayaller Şehri ise bugünün İstanbul’u için Betonlar ve Mikserler Şehri diyebiliriz pekala. Veya Müteaahitler ve Emlakçılar Şehri, ya da Kalabalık ve Göç Şehri…
Kitaba geri dönecek olursak, yarısından sonra, bir yerde şoke olup öylece kalakaldığımı itiraf etmeliyim. Meğer gazeteci Fuat, “ilk Türk pozitifist ve natüralisti” Beşir Fuat’ın oğlu imiş. Burada şaşılacak şey nedir diye soracak olursanız, cevabım şu olur: “Yazmayı hayal ettiğiniz bir hikayeyi başkasından okursanız, siz de öylece kalakalırsınız.” Beşir Fuat’ın hikayesini ben yazacaktım. Hatta bunu kendisinin hayatını okuduğum Orhan Okay’ın tezinin sonuna 29 Şubat 2012 tarihinde not bile düşmüştüm.
Beşir Fuat, mazimizdeki unutulan isimlerden sadece biri. Kendisi zamanın münevverleri arasında olmakla beraber, çoğunlukla intihar şekli ile bilinir. Fizyoloji ve kalp gibi fen alanında kalem oynatacak kadar bilgi sahibidir. Yabancı dil öğrenimiyle ilgili kalem aldıkları ise ilgisinin ne kadar geniş olduğunu ispat eder. A. Mithat Efendi’ye yazdığı mektubuna göre intihar etmeyi iki senedir düşünen Beşir Fuat, bedenini anatomi derslerinde kullanılmak üzere Mekteb-i Tıbb’a hediye etmek isteyecek kadar pozitif bilimlere inanmıştır. Bu konuyla ilgili mektuba şu cümleyi bile eklemiştir: “ Ümit ederim ki varislerim şu arzuma engel olmazlar!”
İnançsızlığını ve yaşadığı hayatın şartlarıyla birlikte müspet ilimlere düşkünlüğünü de düşünürsek Beşir Fuat için “İntiharın tadına bakan adam!” diyebiliriz. Çünkü bileklerini önce uyuşturmuş sonra kesmiş ve ölürken hissettiklerini not etmiştir. Bir bakıma bundan kendini alamamış, o anın tadını almak ve bunu insanlara nakletmenin ihtirası uğruna hayatına kıymıştır. Yazdıklarına bakarsak yine olsa yine yapar, diyebiliriz. Cümleleri pişmanlığın yanından, yöresinden geçmez: “Ameliyatımı icra ettim, hiç ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kan akarken baldızım aşağıya indi. Yazı yazıyorum, kapıyı kapattım diyerek başımdan savdım. Bereket versin içeri girmedi. Bundan daha tatlı ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım, baygınlık gelmeye başladı.”
Gölgeler ve Hayaller Şehrinde sadece tarihin bu tozlu sayfasına dokunduğu için bile kıymetli. Kaldı ki yazarın kullandığı mektuplaşma tekniği, gerçek kişilere uzanan hikaye okuyucuyu sarıp sarmalıyor, tabir yerindeyse “Al beni oku!” diyor.