İstanbul’un siluetinde artık sadece camiler ve minareler yok; devasa inşaat vinçleri de var. Şehrin hangi köşesine göz atsanız, örümcek bacaklarını andıran vinçleri görmeniz mümkün. Herhangi bir sokakta hafriyat kamyonu yahut beton mikseri ile karşılaşma ihtimali kapı önünde oturan komşular ile pencereden halı silkeleyen abla görme ihtimalinden çok daha fazla.
Boş bir arsaya kepçe gelmeyedursun ne ara kazıyorlar, ne çabuk temeli atıp iki üç kat çıkıyorlar inanamıyorsunuz. Dalgın bir vatandaşın, evinin yanındaki arsayı bir hafta sonra üç katlı bir beton yığını halinde görmesi işten bile değil. "Mantar gibi bitiyorlar" deyimi inşaat sektörünün hızlandığı şu zamana kadar yerini ilk defa buluyor adeta.
Son zamanlarda moda olan bir uygulama da sekiz on yıllık evleri müteahhide vermek oldu. Zamanında maaşından, ikramiyesinden, dişinden, tırnağından arttırarak kâh kaçak, kâh torpille bazen de alnının teriyle kendi başlarına apartman diken insanlar sekiz on senelik binalarını müteahhide verip karşılığında arazinin kıymetine göre iki, üç daireye tav oluyorlar.
Ben ne zaman böyle evlerin yanına yanaşmış kepçeleri görsem kümese sinsice yaklaşan sansar görür gibi olurum. Operatörünün yüzünde küçükken oynadığı oyunların zevkini sızdıran minik bir tebessümü görmek beni mutlu etse de idareten başka bir yere taşınan bina sahipleriyle birlikte kepçenin ilk darbesini biraz merak biraz da hüzünle izlerim. Etrafa saçılan molozlar ile göğe yükselen toz bulutu arasında odalara açılan deliklerden bir zamanlar neler yaşandığını tahmin etmeye çalışırım.
Duvarda umursanmamış bir takvim, yıkılışın tarihini not düşmesi açısından bana fikir verir. Doğalgaza geçince içine gazete kâğıdı doldurulup üstü alçılanan baca deliği, kepçenin bir hareketiyle mahvolurken bir zamanlar alınan iri iri kömürler ile onları balyozla kırıp taşımaya çalışan ev ahalisi gözümün önüne gelir. Yarısı yıkılmış bir odanın duvarındaki renklerden daha önce hangi renklere boyandığını çıkartır elden ele kiralanan bu dairenin eski sakinlerindeki zevkleri meydana çıkartabilirim. Eskiciler kepçenin her vuruşunda ayrılan inşaat demirlerini beton kalıntılarından temizlemeye çalışırken hüzünlendiğimi fark ederim. Kim bilir kimler hayatlarının bir kısmını şimdi yıkılan bu odalara sır olarak teslim ettiler. Acaba kimler hangi hislerini hangi dairenin hangi köşesinde gizlediler. Şimdi o sırlar ve hislerin hepsi her darbede tuzla buz oldu, başka bir kepçenin marifetiyle kamyonun kasasına naklediliyor, acaba şehrin hangi ücra köşesine atılacak, hangi çukuru dolduracak?
Yıkılan binanın eski sakinlerinden birinin yolu bu semte tekrar düşecek ve bu sokağa uğrayacak olursa hatıralarının yerinde yeller estiğini yerine yepyeni ama geçmişsiz binalar dikildiğini görmek, onu üzecektir. O zaman başını önüne eğecek ve "bir zamanlar ben burada oturmuştum, falanca kattaki komşumuz filanca bey/hanım olacaktı, nerededir, nasıldır?" gibi bir soruyu kimseye soramadan usul usul uzaklaşmak zorunda kalacaktır.
*Hamiş: Hafriyat kelimesinin birçok yerde sehven “harfiyat” şeklinde yazıldığı görülmüştür. Hafriyat “hufre”(çukur)’den gelme kazıya ait işler, kazı işleri demektir. Doğrusu “hafriyat”tır.