Gökyüzünde yıldızlar başımıza değecek kadar yakındı, bildiğim deniz yıldızlarıyla süslenmişti gök yüzü, devrem Erdem’e “Görüyormusun tertip yarın düğün var süslemişler gökyünüzü” dedim, çakmak, çakmak büyüdü gözleri belliki ağzından yel alsın diyecekti ama boğazında düğümlendi kelimeler, öylece baka kaldı gözlerime ikimizde sustuk ve hiç konuşmadık, hatta sahur sofrasında bile afiyet olsun dışında tek kelime çıkmadı ağzımızdan, akşam anacığımla konuşmuştum “oğul üstünü açma, terli terli su içme” dedi, tebessümle dinledim olur anacığım dedim, çünkü annem daha çocuk denecek yaşta. Babamın gönlüne ateş düşürmüş o yangın o kadar büyümüş ki, fındık bahçesinde bohçalı bir buluşmaya dönmüştü, yani anlayacağınız köylüdür anam, sonra mı sonrası malum ben işte…

Sabah koğuş kalk sesiyle uyandık, Babam anlatırdı da gülerdim, askerden geldikten sonra dedeme bir müddet komutanım çekmiş, amcamda sabahları koğuş kalkla uyandırmış babamı, hakikatende sanki yüz yıldır askerdeyim, sanki hiç sivil olmamışım denecek kadardır buradaydım, oysa teskereme sadece yirmi bir gün kalmıştı, şafak yirmi birdi yani, kalktık rutin işler işte tuvalet, traş, bot boyama vs… Sanki operasyona değilde düğüne gidyorduk, hatta her sabah losyon sürer, parfüm bile sıkardık, öyle ya askerdik sadece…

Bizi bekleyen zırhlı personel taşıyıcısına bindik “dağa çıkacaktık” o an tuhaf bir şekilde aklıma, çocukken ailece gittiğimiz piknikler gelmişti, acaba tekrarı nasip olacak mı? Kimbilir dedim, her defasında mangalın başına oturup yakmaya çalışırdım, sonra babam gelir gururumu yerle yekzan ederek “bırak bırak iki saattir bi mangalı yakamadın” der, bende bilindik veya bilinmedik bi milyon bahane uydurup dururdum, yakan yop oynamak, mendil kapmak, engebeli çimenlikte futbol oynamaya çalışmak gibi bir dolu yorucu faaliyete rağmen anne kokusunu duymanın, belki de hayatımda ilk defa babamla futbol oynuyor olabilmenin dayanılmaz mutluluğuna bırakırdım kendimi…. 

Allah kabul ederse oruçluyduk, havada kavurucu bir sıcaklık vardı mataralarımız doluydu, bol miktarda yemekte vardı yanımızda (konserve demek istedim), iftarı  evimizden yüzlerce kilometre ötede cudi dağının bilmem neresinde açacaktık…

Sonra birden top patladı! Oysa iftara daha çok vardı, her yer toz bulutu oldu, ardı arkası kesilmeyen mermi sesleri yalıyordu saçlarımızı, Erdeeeem diye bağırdım, boynunu sağ omuzuna düşürmüş şakaklarından yanaklarına doğru kanlar süzülmüştü yüzünde anlamsız bir gülümseme vardı, yeniden Erdem diye bağırmak istedim, birden boynumda bir acı ve sıcaklık hissettim vurulmuştum, yerimizden bile kıpırdayamadan pusuya düşürülmüştük, bizi taşıyan aracın devrildiğini farkettim, şuurum bulanıklaşmıştı iyice, garip bir refleksle “acaba orucum bozuldumu” diye soruyordum sürekli ve tekraren kendime, görüntü iyice bulanıktı artık belli belirsiz iki kişi gördüm tuttular kolumdan çıkardılar beni araçtan, birisi kadındı ellerini yüzme sürüyorlardı, aniden ortalık berraklaştı inanılmaz bir andı sanırsın bulanık bir bataklığın berrak bir suya dönüşmesi gibiydi o an, o kadar barraktı ki kelimeler kifayetsiz kalır, kadın beyazlar içindeydi siyah güzel yüzlü bembayaz dişeriyle örtüsünün altından bana gülümsüyordu, o gülümse bana çok tatlı bir uyku hali gibi huzur veriyordu, diğer yanımdaki kişi ise siyahlar içinde esmer, sert mizaçlı, sakallı bir adamdı, tuttu kolumdan kaldırdı beni “hadi evlat gidiyoruz” dedi. “Erdem” dedim, “merak etme o da geliyor” dedi. Hakikatende Erdem de geldi sarıldı boynuma, ağlaştık yüzü o kadar güzeldi ki bakmaya doyamadım…

Peki siz dedim? Evlat, Hamza ve Sümeyye dediler…