Yargılanıyor insafsızca göğün, kızıl şafağında… İdama mahkum müebbet yüreklerimiz götürülüyor zigon sehpaya..!
Alınlarımızda aydınlık, yüreklerimizde buruk bir veda, ve ardımızda kalıyor çok küçük ama çok küçük bir dünya…!
Yüreğimiz yargılanıyor, İnsanlığımız ve insanlık ayıklanıyor..! Kalpler intifadasız, yürekler sancısız…! Ve komik ama, kara kutu idam sehpamız…!
Ve bizler idam sehpasının karşısında, sabahlamaktayız..!
Hergün yeni popülasyonla, popülarite aşklara yelken açıp, tutunmaya çalıştıkça, aşkın bağından şaşkınlığın dağlarına seğirtiyoruz…!
Sahibini kaybetmiş rahvan atlar gibi, umarsız, koşuyoruz bir oyana bir buyana… Bastığımız toprak ne, savurduğumuz heyacan tutunduğumuz meşgale ne?
Kirlenmiş yüreklerimizin inşaa ettiği kirlenmiş bir dünya..!
Çiçekler ekmek yerine yerin göğsüne, Atom santralleri ekmişiz…!
Feyzini kaybetmede, beyzi adiler, ceplerini doldurdukça keseleri genişledikçe, büyüyen işkembelerinde, binlerce yetim tüyü, binlerce mazlum kanı geçiyorken boğazlarından..!
Şatafatın debdebesinde debelenmekteler…!
Yeryüzünü ve umutları, seller aldı…!
Gözlerimizde yaşlar, ve her karışında hayatın, gül kırmızı damarlardan damlamakta kanlar..!
Hangi acı dindirir söyle, hangi itfaiye söndürür içimdeki yanan isyan alevini…!
Söyle bana bu sitemlerim, nasıl yıkar bu köhneleşmiş maddi sistemleri..!
Bu ellerini kanla yıkayıp, beyaz güllerini ellerine alıp akşamları efendilik ve romantiklik sahneleyenleri, insanlıklarını cüzdanlarına doldurup, çek’lere faizlere bağlayanları, bir kuruş hakkın bir kurşundan daha acı olduğunu ne zaman bilecekler…!
Bitmeyecek çığlıklar yükseliyorken, kalemimden, kağıt insaf diye yalvarırken, sivriliğinden kaçarken kalemimin…
Neden çaresizce akan bu gözyaşlarım söyle bana..!
Neden bir köşede ağlıyorum…!
Neden içimdeki acı dinmiyor…!
Neden dünya hergün daha da kaybediyor…!