Hava soğuk. Ellerim ceplerimde. Boğazımda yün iplikten örme bir atkı. Başımda kışın beyazına inat kara bir bere. Sokaklar tenha. Attığım adımların sesini dinliyorum. Bir kestane satıcısı geçiyor yanımdan. Aklım takılıyor, belki de bir süre onun peşinden sürükleniyor. Kırmızı paltolu bir kız çocuğu geziniyor etrafta. Başında da onun kadar sevimli bir şapka. Tam kartpostallık bir kare. Bir köpek sinmiş, büyük bir marketin havalandırmasının kapağının başına. Yaşlı bir amca kat kat elbise geçirmiş üstüne. Sanki bir amca daha var üstünde. Soluğumun buharı dalgalanıyor havada. Ben kendimden bir parçanın kayboluşunu izliyorum şaşkın şaşkın. Burnumun direği sızlıyor soğuktan. Bir çay içmeliyim. Sıcak, tavşan kanı bir çay...

Geçiyorum bir köşeye sinmeyi, belki de saklanmayı başarmış salaş bir kahveye. Sıcak bir çay istiyorum. İnce belli bir bardakta kan renginde şifa geliyor. Dumanı tütüyor. Bir yudum alıyorum, rüyadan uyanıyorum sanki. İkinci yudumu alıyorum, gün yeniden mi doğuyor ne? Üçüncü yudumu da aldıktan sonra tekrardan olduğum yere dünyaya dönüyorum. Her masanın başında ikişer üçerli bir kalabalık. Kimisi eski bir gazetenin sayfalarını inceliyor, kimi eline geçirdiği bulmacayı karalıyor, kimi elinde bir deste öylece karıp karıştıryor, belki de oynayacak birileri çıkar diye bekliyor. Kiminin gözü televizyondaki kadın programına takılmış. Kimi kasketini koymuş önüne belki de dertleşiyordur, kim bilir?

Bacaklarıma ılık ılık bir şeyler akıyor. Başımı çeviriyorum arkama doğru. Aa, o da ne? Hala soba kullanan kalmış mı bu şehirde? Ne de güzel yanıyor mübarek! Nar gibi olmuş. Yaklaşıyorum yanına. Bu arada bir çay daha geliyor önüme. Ellerimi uzatıyorum sobanın üstüne doğru. Tenim kavruluyor hafiften. Uykum geliyor. Hani utanmasam, hadi geçtim utanmadan hani biraz daha küçük olsam, çocuk olsam mesela utanmayacağım kafamı koyuvereceğim masanın üstüne. Ama olmuyor işte. Hayal etmekten başka yapacak bir şey yok. Cebimden not defterimi çıkarıyorum. Sanki bir şeyler dökülecek gibi kalemimden kağıda. Kalemin ucu kağıtta, parmaklarımda en ufak bir hareket yok. Oysa içimde kelimelerden bir sel. Hani ilk harf çıksa gerisi fırtına gibi savrulup dökülüverecek. Olmuyor. Demekki zamanı değil. Ocağın yanına yaklaşıp, pala bıyıklı ustaya çay borcunu ödeyip, paltomun yakalarını da şöyle havalı havalı kaldırarak çıkıyorum yeniden sokağa.

Simit satıcıları dolaşıyor etrafta. Kimisi yarısını tüketmiş simidinin kimisi bir kaç tane anca satabilmiş. Eski zamanlar aklıma geliyor. Eskişehir’in dar sokakları, ayazı ve tüten bacaları. Sabahları caddelere sis düşer, biz rüya aleminin çocukları gibi kendimizi hayalden hayale savururduk. Şehir beyaz bir gelinlik giyer görücüye çıkardı. Eski eskide kaldı. aslında kimi kandırıyoruz ki? Eski eskide değil şu yara bereyle dolmuş içimizde kaldı.

Sahi nereye gidecektim ben? Yolumu kaybettim? Hayır, işte köşedeki fırının buğulanmış camları dikiliyor önümde. Milli piyango bileti satan Ayşe abla eline bir pet bardak çay almış geçmiş tezgahının önünde. Bu havada da satıyor musun be Ayşe Abla? Ne yapsın? Geçen sene eşini tershanelerin birinde kaybetti. Neden mi öldü, nasıl mı öldü? Kim bilir? Hakikaten kim bilir? Onca sahipsizin katilini kim bilir? Onların mezarlarının yolu var mıdır? Acaba bir mezarları olsun var mıdır? Kolay gelsin Ayşe Abla. Kim çözmüşki sen çözesin bu gidişin çelişkilerini.

Hala tek kelime yazamadım. Sahi bizim büyük edebi üstadlarımız nasıl yazardı? Reşat Nuri Güntekin nasıl tutardı kalemi, Peyami Safa yazmak için nasıl bir kağıt tutardı, Orhan Kemal acaba daktilo mu kullanırdı yoksa kağıt kalem mi, Necip Fazıl Kısakürek kışın mı daha çok şairleşirdi yazın mı? Onlar çok mu eminlerdi okunacaklarından? Hangi inançla, hangi güvenle yazdılar o kadar eseri? Hiç mi tereddüt etmediler okunmayacaklarından?

Gözlerim kararıyor. Sanki büyük bir yardan aşağı düşüyorum. Korkuyorum, eyvah! Neyseki rüyaymış. Ne sokağı ben hala sokağa bakan camın önündeki masamda elimde kalem öyle miskin miskin oturuyorum. En son bir şeyler yazacak gibi olmuştum ama uyuyakalmışım anlaşılan.
Sahi ne yazacaktım ben?