Konumuz, olmazsa olmazımız eğitim tabii ki.
Her yerde her şekilde ifade edilen DEĞİŞİM, ‘değişiyim mi’ ye dönüşmüş durumda.
Çocuğun öğrenmesi “-mış gbi yaparak” olur. Bu nedenle oyun önemlidir dedik. Ama bu “mış gibi” çocuk için geçerlidir. Eğitimi yönlendirenler “-mış gibi” yaparsa bir değişim olmaz. Aksine eğitim sistemi batar.
Güzel bir vizyon belgesi hazırlandı. Kimine göre başka bir ülkeden kopya edildiği, kimine göre orijinal olduğu söylense de bu ülkemizde bir ilk. Eğitimde değişim, dönüşüm, yenilik söylemleri aldı başını yürüdü. Öğretmen akademilerinden, öğrenci atölyelerine kadar yeni uygulamalar konuldu.
Öğrencinin bireysel farkındalıkları herkes tarafından dile getirilmeye başlandı. Her çocuğun kendi hızında öğrenmesi üzerine vurgular yapıldı. Herkesin akademik eğitime devam zorunluluğu olmadığından yola çıkılarak meslek edinmenin daha etkili yolu olarak meslek liselerine ağırlık verilmeye başlandı.
Öğrencilerin sadece sınav başarısının yeterli olmadığı görüşü ile katıldıkları sosyal etkinlikler sanal ortamda kayıt altına alınmaya başlandı. Ve en son olarak da eportfolyo uygulaması hayata geçirildi.
Şimdi bütün bu söylediklerimiz görünürde çok olumlu şeyler. Sorun nerede o zaman?
Sorun “mış gibi” yapmakta. Bunların başarıya ulaşmasının önündeki en büyük engel ölçme değerlendirme, yerleştirme sistemimizdir.
Sınavları kaldırabilir miyiz? Bir üst eğitime geçişte belki hemen kaldıramayız ama sınavların önemini azaltıcı çalışmalar yapabiliriz. Bu da söylemlerde var. Bekliyoruz belki uygulamalarını da görürüz.
Ama bütün bu söylemlere uymayan ve ne işe yaradığı tartışılır uygulamalar da var. Bu uygulamalar da bizi yapılanlar ile söylenenlerin birbiri ile çeliştiğin şeklinde düşünmeye itiyor.
Çocukların mutluluğu dedik, çocukların beceri ve yeteneklerinin keşfedilmesi dedik. Spor, sanat vs. başarıları dedik. Bunların öğrenciye yansıması nasıl olacak, herhalde bir uygulama görürüz diye beklerken karşımıza IYEP çıkıverdi.
İlkokullarda yetiştirme programı. Her çocuğun öğrenme hızı farklıdır derken, ilkokulda her öğrencinin akademik başarısından çok kendi yeteneklerini keşfetmesi önemlidir derken öğrencileri sınav yaparken bulduk kendimizi.
IYEP kapsamında bu yıl 3.sınıf öğrencileri, Türkçe ve Matematik derslerini kapsayan bir sınava tabi tutuldular. Tabi gereken her türlü önlem alınmıştı. Adına sınav demeyecektik çocuklar olumsuz etkilenmesin diye. Sınav süresince çocuklara baskı yapmayacak gerekirse teneffüste ara verip sonra devam edecektik. Matematik sorularını öğrenci kendi başına sessizce çözebilirdi. Ama Türkçe dersi sorularında öğrenciye birebir sormanız gereken ve verdiği yanıtları da birebir değerlendirmeniz gereken sorular vardı. Ne güzel her öğrenciye özel zaman ayırmanız ve bireysel öğrenmelerini tespit etmeniz. Ama bu esnada sınıfın geri kalan öğrencileri sınıfta sınava devam ediyor ve öğretmen sınıfın sessiz kalmasını sağlıyor. 30 öğrenci varsa sınıfta her birine soracağınız soru için ayıracağınız süre –çocuğun okumak zorunda olduğu metinler de hesaplanırsa- ortalama beş dakika diyelim. Basit matematik ile 150 dk eder. Bu süre boyunca diğer çocukların sessizce sıralarını bekleyeceğini düşünmek biraz hayal olmuyor mu? Bunları hallettik diyelim. Her çocuk kendi öğretmeni ile sınava giriyor. Çünkü sınav algısı ve kaygısı oluşturmak istemiyoruz. Bu değerlendirmenin adil olduğuna inanıyor musunuz? Öğretmenlerimize güveniyoruz, onlar haksızlık yapmaz diyebilirsiniz. Ne kadar güvenilir olsa da bu etik midir?
Herhangi bir okulda IYEP kursu verecek zaman ve öğretmen olmadığı için IYEP’e kalan öğrenci olmasın düşüncesi ile uygulama yapılmış olamaz mı?
Bütün bu kötü düşünceleri bir yana bıraktım ve iyi niyetle bakmaya başladım. Her şey olması gerektiği gibi ve kuralına uygun yapıldı. IYEP kursunun kendisi normal mi?
Hem ilk üç sınıfta sınavla değerlendirme olmaz diyoruz. Çocuklara test uygulamaktan vazgeçelim diyoruz. Hem Türkçe ve Matematik derslerinin önemini azaltıp diğer derslerin önemini arttıralım diyoruz hem de sadece bu derslerden bir sınav yapıyoruz.
Yaptığımız sınav sonucunda da çocuğu okul saatleri dışında yine bu derslerden kursa alıyoruz. Bu kurslarda ne yapacağız? Yeni bir öğretim tekniği mi uygulayacağız? Farklı etkinliklerle kalıcı öğrenme mi sağlayacağız? Yoksa çocuğun kendi yeteneğini fark etmesini mi sağlayacağız?
Hiç biri de değil tabi ki. Olacak olan şu; çocukları sınıftan ayrı, çoğunlukla da günlük altı saat ders yaptıktan sonra bu konuları öğrensin diye alıkoyacağız. Onlara yeni bir şey öğretemeyeceğiz. Bizim söylediğimiz şekilde doğru yanıtı ezberlemelerini sağlayacağız. Doğru cevapları ezberledikleri zaman konuyu öğrenmiş olduklarını varsayarak, kendimizle “başardık” diye gurur duyacağız.
Bırakalım şu –mış gibi” yapmayı lütfen. Bu sınavlarda başarılı sayılmayan çocuklar zaten faklı ilgileri olan, öğrenme şekilleri farklı olan, dikkatleri ve dikkat süreleri farklı olan, soyut düşünme yetisi gelişmemiş, aile ve çevre etkisi ile pasif kişilik geliştirmiş yani zaten dezavantajlı durumdaki öğrenciler. Bunların gerçek nedenleri üzerine çözüm üretmeden yüzeysel çözümlerle başarıya ulaşamayız.
Yapmamız gereken sınıfta diğerlerinden geride olduğu düşünülen –ki bunu her öğretmen kendi sınıfında tespit eder zaten- çocukların da diğerleri ile eşit öğrenme deneyimi yapacağı çalışmaları zenginleştirmektir. Sınıflardaki öğrenme ortamlarını çeşitlendirmektir. Okullarda beceri atölyeleri kurmak değil ama her sınıfı bir atölye ortamına çevirmektir.
Bir işi başarmak için eylemler ve söylemlerin uyuşması gerekmektedir.
Eğitimde artık “mış gibi” yapmaya son verelim lütfen.
İLKAY KUMTEPE/24.10.2019