Uzun süredir yazamadığım için içimdeki birikenleri dökmek üzere mahallenin girişinde bulunan kahvehaneye oturmuş, haftanın manşetlerini üstünkörü bir gözden geçiriyordum.
Kahvenin içi pek güneş görmez, bardakları eski, havası dumanlı ama çayı iyi olduğundan elime kalemimi aldığımda ilk uğrak yerim bu kahve olmuştur her zaman. Fahri dayı henüz ağzımı açmadan masaya geçer geçmez çayımı getirmiş bende sadece teşekkür ederim dedikten sonra hem selam hem de halhatır faslını geçiştirmiş ve haberleri incelemeye koyulmuştum.
Kahvenin içi pek güneş görmez, bardakları eski, havası dumanlı ama çayı iyi olduğundan elime kalemimi aldığımda ilk uğrak yerim bu kahve olmuştur her zaman. Fahri dayı henüz ağzımı açmadan masaya geçer geçmez çayımı getirmiş bende sadece teşekkür ederim dedikten sonra hem selam hem de halhatır faslını geçiştirmiş ve haberleri incelemeye koyulmuştum.
Neler yoktu ki? Bağrışmalar, çağrışmalar, kavgalar, gürültüler, ölümler, düğünler, çalanlar, yakanlar... Aklıma bir kaç fikir geliyor ama ilk paragraftan sonra gerisi bir türlü gelmiyordu. Bir nefes aldım, üçüncü çayı getirip bıraktı Fahri dayı, ben de tekrardan cesaretimi toplayıp kaleme sarıldım derken içeriye mahallenin haylaz çocuğu Kemal geldi. “Ooo dostum sen burada mıydın, ne zamandan beri görünmüyordun” falan derken bir iç çektiki bende durumun rahatsızlığından etkilenerek ister istemez hadi Kemal dökül, neyin var diye sordum.
Dostum dedi. Kaybediyoruz, her kalemiz düşüyor. Tam olarak direncimiz düşmedi ama artık yumruklarımız eskisi kadar yıkamıyor, feryatlarımız eskisi gibi çok ses çıkarmıyor dedi. Kendin yan kendin ağla durumuna geldik, dedi. Derdiniz ne, Kemal diye sordum. Biraz sustu sonra kafasını kulağıma doğru eyerek konuşmaya devam etti. Dostum, biz bir isimden doğmuş, bir isim uğruna yaşayan insanlarız. Sen bu ülkenin dününü bilmez misin? Şimdi etraf bu ülkenin dününü inkar edenlerle doldu. Meğer ne çok hain varmış etrafta? Çuval küçücük bir delik aldıktan sonra bir daha yamayabilene aşk olsun. O küçük delik büyüdü de büyüdü, kocaman bir yırtık oldu. Artık sınırlar kalmadı. Oysa biz kırmızı çizgilerin içinde büyüyen bir nesildik. Şimdikilerin ise hiç bir hududu kalmadı. Eline mikrofon alan atıyor, vuruyor, savuruyor da savuruyor.
Sakin ol Kemal, dedim. Evet biz kırmızı çizgilerin arasında büyüdük. Evet ülkemiz zor dönemlerin içinden geçti. Evet vatan kendi kahramanlarını kendi bağrından doğurdu. Ve yine haklısın ki biz her zaman yine kendi kahramanlarımızı kendi ellerimizle boğan bir millet olduk. Çünkü bizde maalesef nicedir şirazenin ibresi yok. Bir şeyi yaparken nereye kadar gidebileceğimiz ya da ne kadar gidebileceğimizi bilmiyoruz. Hatta bilmek de istemiyoruz. Her gelen kendine mahsus yeni çizgiler üretiyor, her gelen yeni kanunlar koyuyor, her gelen yeni yasaklar inşa ediyor. Tüme değil, kendine hizmet ediyor. Bizden öncekilere kendi evvelleri unutulmaya çalışılmadı mı? Sen dünyanın hangi ülkesinde kendi atasını körü körüne, içkici, tütüncü, kadın düşkünü, astığı astık, kestiği kestik şeklinde tanıyan bir millet gördün. Başkasının tarihinde bir zafer yokken bize altı yüz yıl boyunca kazanılan zaferler sanki yokmuş gibi anlatılmadı mı? Altı yüz yıllık dev bir süreç kitaplarda on, on beş sayfaya sığdırılıp altmış yetmiş yıllık bir tarih yüzlerce sayfa anlatılmadı mı? Sakin ol Kemal bizim asıl sıkıntımız dengemizin olmaması.
Canı sıkılmış olacak ki, sözlerimin devamını dinlemeden kalktı Kemal masadan. Ardından baktım öylece. İşte bizim ikinci sorunumuz belki de buydu: sonuna kadar dinlemeyi bilmemek. Ne dediğimi anlamak yerine duyduyu kadarına hükmetmek. Sonu gelmez kısır döngü. Neyse ki Kemal’den boşalan koltuğu yüzünden mutlu olduğu belli olan Recep arkadaşım doldurdu. Nasılsın gibi lafları hızla atladıktan sonra sevincinin nedenini sordum Recep’e. O Kemal gibi kulağıma eğilip sessiz bir şekilde anlatmadı aksine bağırır gibi gür çıkıyordu sesi.
Abi dedi, zira yaşça küçüktü benden. O kadar rahatım ki, şimdi ülkemi daha fazla seviyorum. Aklımdaki fikirleri ille bir süzgece koyup söylemek yerine ağzıma geldiği gibi söyleyebiliyorum. Sevdiğimi ya da sevmediğimi açıkça ifade edebiliyorum. Neydi eskiden ya? Sanki üzerimizde kara bir bulut ordusu, evet desen başına vuruyorlar hayır desen ağzına vuruyorlardı. Şimdi öyle mi? İstediğimi istediğim yerde giyiyorum, istediğimi istediğim yerde istediğim şekilde ifade edebiliyorum. Ben daha ne isterim ki? Düşündüm, haklıydı ama içimi rahatsız eden bir şeyler vardı ve duramadım. Recep kardeşim, dinle bak.
Evet haklısın, hem de bana öyle geliyorki sonuna kadar haklısın. İnsanın insandan üstünlüğü yoktur. Düşünceler kimseyi daha fazla özgür ya da daha fazla mahkum edemez. Sadece aklın ve gönlün elele verdiği bir düsturda kesilebilinir fazlalıklar ya da doldurulabilinir boşluklar. Ama körü körüne ve düşüncesizce hatta üstünlük kaygısı taşıyan eylemlerle hayatlar kısıtlanamaz. Yine de bir düşün, senin sevdiğine sen sonuna kadar sımsıkı sarılırken, başkasının sevdiğine sonuna kadar sımsıkı sarılması da çok doğal hatta senin de destekçi olman gereken bir tavır değil midir? Bizim ideallerimizi dayatma yoluyla değil sevdirme yoluyla yaşatmamız gerekmez mi? Bizim özgürlük çemberimizin büyüklüğü ancak bize karşıt olan çemberin genişliği kadardır. Ve bu sınırı geçenin haklılığı o sınırda sona erer. İşte Recep kardeşim, bizim bilmediğimiz ve öğrenmek de istemediğimiz şey denge.
Neden anlamadım Recep’in yüzü bir düştü sonra içtiği çayın parasını ödeyip kalktı masadan. Ben yine kaldım boş kağıtlarımla. Hatta oraya neden gittiğimi bile unuttum. Gerçekten ne yazacaktım ben?