Olimpiyat Komitesini Nasıl Şaşırttım?

Olimpiyat Komitesini Nasıl Şaşırttım?


Kahveci Ertuğrul’un sesini kapımın önünde duyunca mektubun geldiğini anladım. Hızlıca açıp okumaya koyuldum:

Oradaydım, evet itiraf ediyorum oradaydım. Geçen cumartesi Arjantin’in başkenti Buenos Aires’teydim. Şaşırma, her şeyi anlatacağım, ama aramızda sır kalacağından emin olmam lazım. Şimdi ölene dek bu sırrı saklayacağına yemin et bakalım. Heh, tamam şimdi devam edebiliriz.

Cuma namazı çıkışı sıcakta çok kalmayayım diye sünneti evde kılmayı düşünmüş, camiden erken çıkmıştım. Bizim sokağa saptığımda arkadan birisinin yaklaşıp koluma girdiğini fark ettim. takım elbiseli iri yarı bir adam, kendisini devlet büyüklerinden …….’nın(ismi bende saklı) gönderdiğini ve yarın akşam yapılacak olimpiyat oylamasında kulis yapmam için beni de hususiyle Buenos Aires’e davet ettiğini söyledi. Fazla zamanım yoktu, teklifi kabul ettim, biletimi aldım.

Uçaktan iner inmez beni uzun siyah arabalardan birisine aldılar. Etrafım kulağında kulaklık-mikrofon olan takım elbiseli adamlarla doluydu. Olimpiyat Komitesi’nin bulunduğu otele daha önce planladığım gibi dikkat çekmemek için garajdan asansörle giriş yaptım. Doğruca toplantı salonun bulunduğu kata çıktım. Kendime has bazı yöntemlerle –burada zikretmeye hacet yok- Olimpiyat Komitesi’nin toplantı salonuna sızmayı başardım. İçeri girdiğimde rahip suratlı komite başkanı konuşuyordu: (aynen çeviriyorum) “arkadaşlar, Türklerin buraya kadar gelmesine müsaade ettik. Ne dersiniz bu sefer verelim mi olimpiyatları?” Ön sıralardan biri parmak kaldırdı: “Yıllardan beri Hıristiyan aleminde oynanan oyunları! bir Müslüman ülke olan Türkiye’ye vermek kendi elimizle kurda kuzu teslim etmekten başka bir şey değildir sayın başkan.” Bu cümleden sonra bir uğultu yükseldi. Herkes kendi arasında bizi konuşuyordu. Verelim gitsin ne olacak diyenlerin sesi çok cılız çıkıyordu. Başkan elini masaya vurdu: “Beyler kendi aramızda konuşacaksak ben çıkayım. Hey arkadakiler size diyorum, ne var gülünecek, bize söyleyin hep beraber gülelim.” Sessizlik sağlanmıştı. Başkan yanındakilerle fısıldadıktan sonra devam etti: “Diyoruz ki kimse İstanbul’a oy vermesin, ilk turda Türkleri eleyelim, sonra uğraşmaya gerek kalmasın. Kabul edenler, kabul etmeyenler, kabul edilmiştir. Şimdi bir deneme oylaması yapalım. Kaldırın parmakları, tamamdır.”

Herkese oylamanın yapılacağı kumandalar dağıtıldı. Ben de bir tane aldım. Salondan en son ben çıkıyordum ki, gözüme bir kutu ilişti. Meğer oylama kumandalarının kutusuymuş. Kutuyu kucaklayıp oylama salonunun acil çıkış kapısına saklandım. Oylama başlar başlamaz bütün kumandalarla kendimize oy verdim. Tam yirmi altı kumandayı oylama süresine yetiştirmek hiç de kolay olmadı. Ter sucuk içinde kalmıştım. İlk turun oylama sonuçlarını getiren adamın yüzündeki şaşkınlığı hatırlıyorsunuz değil mi? İşte o şaşkınlığın sebebi hiç hesapta olmayan benim kumandaların yirmi altı oyuydu. Oylama tekrarında kumandalar işe yaradı ve bizi finale tek başıma taşıdım diyebilirim. Ama gücüm finalde yetmedi. Yanımda en azından iki kutu kumanda ve bir arkadaş daha olsaydı şimdi olimpiyatlar bizimdi. Neyse final heyecanını yaşadık ya o da yeter. Bir sonraki olimpiyat oylamasına daha iyi hazırlanırsak -mesela Çin’den ucuza oylama kumandası ithal edebilir yahut oylama sonuçlarına tesiri olan bilgisayar programı falan geliştirebiliriz- o zaman olimpiyatlar bizimdir evelallah. Hastalığıma gelince, malum Arjantin’e git gel hava değişimi, benim sinüziti azdırdı yine. Biraz daha iyi sayılırım ama. Diyeceklerim bu kadar. Şimdi hemen bu kağıdı yakıver de arkamızda iz bırakmış olmayalım. Haydi kal sağlıcakla. Baki muhabbet, uhuvvet.

Mektup bitince tekrar zarfına koyup bahçeye çıktım. Bir kibritle yakıp ve külünü toprağa gömdüm. Mektup yanarken “Sen neymişsin ben Recai Bey diyordum.” Yine yapacağını yapmıştı.