Öğrenmeye başladığımız andan beri görsel olarak görüp-yorumlayabilmemiz için birkaç basit deney öğretilir. Bunlardan ilki, bir kaba belli bir miktar su koyup dolu mu, boş mu? Sorusuna yanıt aramak; sonunda tam ağzına kadar dolan kabın küçücük bir tek damla eklendiğinde taşıverdiğini görmemizi sağlamaktır.

İkincisi; yine büyük bir kaptaki suya bir damla boya damlatmak ve suyun renginin değişip-değişmediğini izlemektir. Bir, iki, beş, on damla boya suyun rengini değiştirmez; ama öyle bir kritik nokta vardır ki; son damlatılan bir tek damla tüm suyu birden boyar!

Üçüncüsü de kurbağa deneyidir. Daha gelişmiş bir düşünce ister; ama özünde çok yavaş ısıtılmakla içinde yüzdüğü suda kurbağanın yüzmeyi sürdürebildiğini; ancak belli bir süre sonra ise pişerek öldüğünü fark edemediğini anlatır.

Bu üç deneyi mutlaka duymuş, bazılarını belki de bizzat uygulamışızdır. İşte şu anda ülkemizdeki durum da tam buna uymaktadır. 10 yıllık AKP iktidarında bardağın hep dolu kısmı gösterilmiş; önceden bu zihniyetin gerçek niyetini sezerek halkı uyarmaya çalışanlar boş bardakla, henüz boyanmamış suyla ve daha haşlanmamış kurbağayla yalancı, ya da olayları abartan kişiler olarak baskılanmaya çalışılmıştır.

Süreç içinde öncelikle tüm faşizan yönetimlerin yaptığı gibi basın yandaş hale getirilmiş; böylelikle gittikçe dolan bardak, gittikçe bulanan su ve gittikçe ölüme yaklaşan kurbağa sanki bunlar hiç olmuyormuş gibi, sadece iktidarın istediklerini yandaşlarına gösterir hale getirilmiştir. Halkın bir kısmı, ülkede her şeyin güllük-gülistanlık, liderlerinin dünyada eşi bulunmaz olduğunu gösteren yazılı ve görsel basının bombardımanına teslim olmuştur.

Bu ortam yaratılırken hukuk başta olmak üzere tüm kuvvetler istenilen kıvama getirilmiş, görüntülerin hayal olduğunu anlatmak isteyenler en acımasız yöntemlerle susturulmuş, hapislere tıkılmıştır. Böylece bir yanda büyülü aynalarda sadece istediklerini gören yandaş kitle sürekli afyonlanırken, muhalefet edip halkı uyarmak isteyenler her defasında daha da ağır dayatmalarla susturulup düşüncelerini gerçekleştirebilmek için mevcut düzenin temel taşlarını önce sallamaya, tepki gelmedikçe yıkmaya, söküp atmaya başlamışlardır.

Bebek katili Apo ile yapılan, karşılığında nelerin verildiğini halkın bilemediği pazarlıklar, PKK’nın adeta meşrulaştırılması, “sınırlarımızdan nasıl girdilerse öylece çıksın” diyebilecek ham devlet adamlarının ülkemizi yolgeçen hanı sanmaları, en iyi yaptığı işlerden birinin gündemi değiştirme olduğunu söyleyen Başbakanın BDP ve PKK ile omuz omuza yeni anayasa, başkanlık sistemi ve BOP eşbaşkanı olmasının verdiği sorumlulukla ülkenin bölünmesine çanak tutması, Suriye’ye savaş ilan etmeye kalkması ortadadır.

Yine bu ülkede yaşayan birinin hangi cesaretle Ürdün-İran-Irak-Suriye ile birleşerek sınırları kaldırıp ortak bir bağımsız devlet olacaklarını söylerken bu ülkeyi yönettiğini iddia edenlerin gıkı çıkmamaktadır!

Hırslarının akıllarının önüne geçmesi her diktatör düşüncede beklenen bir sonuçtur. Ülkemizde de artık akıl kenara atılmış, hırs olaya hâkim olmak üzeredir. Bu ülkede milyonlarca Alevi vatandaşımız varken ve bunları “kesmekle” tarihin karanlık sayfalarına geçmiş birinden başkası yokmuş gibi ısrarla yapılacak 3. köprüye Yavuz Sultan Selim adını vermeye kalmanın mezhepçilik değilse başka bir anlamı var mıdır?

İstanbul’da zaten nefes alacak bir alan kalmamışken kuzeydeki tek ormanlık alana ısrarla 3. Havaalanı ve peşinden 3. Köprü yaparak kentin akciğerlerini sökmenin inandırıcı bir yanı var mıdır? Üstelik daha önce 3. Köprünün bir cinayet olacağını söyleyen birinin onlarca örneğinden biri olarak “dün ak dediğine bu gün nasıl kara diyebildiğinin” insanı ne derecede güvenilir kılacağı da ortadadır.

İlk günden beri Taksim düşmanı olduğunu bilenler biliyor! Çünkü Taksim tarihimize direnişin meydanı olarak geçmiştir. Burada ayrıca tarihe 31 Mart gerici ayaklanması olarak geçen eylemde kullanılmış Topçu Kışlasını yeniden yaptırmak istemenin, Gezi Parkındaki kalabilmiş tek tük ağaçların yok edilerek vahşi kapitalizme hizmet edecek AVM’ler yapmaya kalkışmanın başka bir açıklaması var mıdır?

Hani bir öykü vardır; Bektaşi namaz kılmadığı için sorgulanınca “ben suçsuzum, bu konuda ayet namaza yaklaşma diyor” der. Kadı ise o ayetin baş tarafında “içkili iken yazar; yani içkili iken namaza yaklaşma” deyince Bektaşi ise “bize o tarafını öğretmediler” der.
Şimdi Başbakan gençlerimizi alkolden koruduğunu ve bunun anayasanın 58. Maddesine göre yaptığını söylüyor. İnsaf yani; aynı yukarıdaki ayet örneğinde olduğu gibi, o maddenin ilk fıkrasını neden görmezden geliyor acaba?
Devlet, istiklâl ve Cumhuriyetimizin emanet edildiği gençlerin müsbet ilmin ışığında, Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda ve Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı tedbirleri alır.

Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden, suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alır.

Madde ortada; ama Atatürk ile ilgili ne andımız, ne söylev, ne de ilke ve devrimleri kalmadığı için bu tarafını elbette göremeyecektir! Önemli olan daha önce de yaptığı, yaptıkça da yanına kalan, halkın özel yaşam alanına müdahaleleri sürdürmektir! Gençler dindar/kindar- ayyaşlar şeklinde ayrıştırılmaya çalışılmaktadır. Avrupa’da neredeyse en az içki içilen ülkemiz halkını ayyaş olarak görmekte; yüzü de kızarmamaktadır!

Laikliğin olmadığı yerde Demokrasinin olamayacağını; Laik ve demokratik rejimlerin gerçek dindarlığın en iyi yaşanabileceği ortamlar olduğunu henüz anlamakta zorlananlar var.
Yine tarihte örneklerini gördüğümüz tüm diktatör ve faşistlerin kendilerini en güçlü gördüklerini sandıkları anda o kan ağlattıkları halkı tarafından alaşağı ediliverdikleri de ortadadır.

Ülkemizde ne kadar gizlemeye, ne kadar faşizan yöntemler uygulamaya, ortalık yanarken yandaş basın ve TV’lerinde hiçbir şey yokmuş gibi uyutucu yayın yaparlarsa yapsınlar;
-Artık bardak o son damlayla taşmıştır!
-Artık kaptaki su o son damla boyayla birden renk değiştirivermiştir!
-Artık kurbağa haşlanmıştır!

Bunlar geri dönüşü olmayan hareketlerdir. Uyanışı, direnişi, başkaldırıyı simgeler. Günlerdir kendiliğinden örgütlenerek parti, takım, etnik köken gözetmeksizin “artık yeter!” diyebilenler ortaya çıkmıştır. En umutsuz günlerinde Kurtuluş Savaşını veren bu halktan da zaten bu beklenirdi!

Zararın neresinden dönülse kardır. Herkesin yapılanları bir daha ve dikkatlice gözden geçirmesi gerekir. Halka rağmen hiçbir şey yapılamamıştır; yapılamaz da! Laik-Demokratik-Sosyal bir Hukuk Devleti olan, Atatürk’ün eylem ve söylemlerinin unutturulamayacağı, bayrağının ve bölünmez bütünlüğünün tartışılamayacağı ülkemizi korumak ve kollamak hepimizin görevidir.

Ancak tarihin her döneminde olduğu gibi bu tarihi uyanış eyleminin içine de kışkırtıcıların, Vandalların, anarşizme hizmet edecek kişilerin sızmasına asla izin verilmemeli; çok uyanık olunmalıdır.

Taksim alanı kendini tarihe bir kez daha “Devrimlerin ve Özgürlüklerin Toplantı Yeri” olarak yazdırmıştır!