Ucuz etin yahnisi
Unutmayın ki; et ya da diğer temel gıda maddelerinin ülke için stratejik bir değeri vardır. Kar-zarar hesabı yapılmadan “içeride” üretilmelidir. Yoksa bir gün paranla bile satın almaya gücün yetmez olur; acından ölürsün!
Örneğin tahıl ve et; her ikisi de olmazsa olmaz gıda maddeleridir. Üstelik her ikisi de yıllardan beri kendi ülkemizde kendi halkımız tarafından üretilerek bizleri doyurmaya yetiyordu. Şimdi bunlara gereksinme duyulması sadece nüfusun artması veya daha fazla tüketimle açıklanamaz. Ortada bir açık varsa o ancak üretimde düşme olmasındandır.
Siyasiler ülkeyi yönetmeyi, “aile şirketi” yönetmeye ve “pazarlamaya” benzettiklerinden her yapılan işte karlılık öne çıkarılmaktadır. Çünkü şirket ortakları az para ile doymamakta, fazla, daha fazla para istemektedir. O zaman da her yol mübah olmaktadır.
Ülkemizin tarımsal ve coğrafi yapısı tahıl ürünleri yetiştirmek ve hayvancılık için son derece uygundur. Yıllardan beri bu topraklarda yetiştirilenler ülkemizin kendi kendine yeten 7 ülke arasında kalabilmesini sağlamıştı. Yani etimiz-sütümüz-ekmeğimiz iyi-kötü bize yetiyordu.
Elbette amaç daha çağdaş koşullarda, aile işletmelerini daha büyük işletmelere çevirerek, daha modern yöntem, araç-gereç kullanarak, birim alandan daha çok ürün almaktır. İşte siyasetin görevi de yönetimi elinde tuttuğu sürece bu olanakları halkına sunmak olmalıdır.
Ancak üretim ve ithalat çelişkisinin siyasi bir tercih olduğunu anlamak çok sürmedi. Ülkemizdeki I. sınıf tarım arazilerine betonlar dökülürken, ürün değil beton savunuldu! Meralar yok edilirken, hayvancılık değil arazinin arsası savunuldu. Her yeşil alanın inşaata çevrilmesi, yeşilin daraldıkça betonun bollaşmasını sağlarken, tarımın ve hayvancılığın da yapılamaz hale gelmesine neden oldu. Hem fiziki, hem de ekonomik olarak yapılamaz hale getirilen tarım ve hayvancılık binlerce küçük aile işletmesinin yok olmasını, arazilerin ekilmemesini, meraların kullanılmamasını tetikledi. Böylece kırsal kesimde oturan vatandaş, orada ürettiklerini tüketerek yaşayabilirken, geçim kaynakları kurutulunca kentlerin varoşlarına birer sığıntı olarak dolmaya başladı.
Aslında bu gelişme “siyaseti kendi gelecekleri için” yapanların tam da istedikleri bir fırsattı; ısrarla buna özendirdiler. Böylece, varoşlarda, iktidarın vereceklerine bağımlı, çalışmadan geçinmeye, üretmeden yaşamaya alışan oy depoları oluşturuluyordu!...
Elbette bunun bir de maddi yönü olacaktı; köyünde ürettiğini harcayarak geçinen vatandaş, kentlerde artık sadece tüketici; yani doyurulması gereken bir fazla boğaz oluyordu!
Bu çelişkiler iktidara oy tabanı kazandırabiliyordu ama ülkenin geleceği ise hızla emperyalistlerin kucağına doğru kayıyordu. Nasıl mı? İçte ve dışta emperyalizmle işbirliği yaparak bunun maddi kaymağını yiyenler için sadece bir tek gerçek vardır; para ve buna bağlı güç! Bu işbirliği de zaten bunu sunuyordu. Karşılıklı görevleri vardı, yerine getirdikçe alan da, veren de mutlu olacaktı; tek mutsuz olan o ülkenin geleceğini düşünen vatandaşlardı!...
Bir ülke tahıl üretimi yönünden kendine yetiyorsa ticari olarak oraya tahıl ürünleri satamazsın; karlı bir yatırım olmaz. Ama ya o ürün yetişmiyor ve açık varsa? İşte istenen budur! Mazota, tohuma, gübreye bol bol zam; ürüne de alım garantisiz düşük fiyat verirsen ne olur? Üreten zarar etmeye başlar. Buna yılların alışkanlığı olarak bir süre direnmeye kalkar. Onu banka kredileriyle iyice nefes alamaz hale getirince de o işi yapmaktan vazgeçip bulunduğu ortamda kalmanın da bir anlamı olmayacağından üreticilikten çıkıp bir tüketici olarak kentlere doğru göçe başlar!
Bu süreçte ilk görevini başarıyla yapan(!) siyasetçinin ikinci görevi başlar: Bu kez tahıl açığını ucuz ithalatla karşılayacağını söyleyip hem kahraman havasına bürünür, hem de düzenin çarklarını çevirir. Önce daha ucuza –ki bu durum elbette çok kısa sürecektir!- tahıl getirirken, o işleri içeride yapacak yandaşlarının da ceplerini doldurarak bir taşla iki kuş vurur. Dış ortakları pençelerini iç ortağı sayesinde o ülkenin mazlum halkının üretim alanlarına geçirir! Bir süre -ki bu süre ülkedeki duruma göre değişecektir- ucuza, hatta daha da ucuza ürün satarak “o ülkede üretim yapmanın anlamsız hale gelerek tamamen terk edilmesini sağlayana kadar” planını uygular.
Peki ya daha sonra? Bir ülke düşünün ki unu ve ekmeği yok! Dışarıdan belli bir fiyata almaya alışmış, bunu kader bellemiş. İşte kırılma noktası da tam burasıdır: Emperyalizm o işbirlikçileri sayesinde ülkeye geçirdiği pençelerini gittikçe sıkmaya başlar. Eli mecbur ülke “olmazsa olmaz ekmeği yiyecekse” tahılı da ucuz-pahalı demeden alacaktır! İş buraya gelince, kendini ortağı sandığı emperyalizmden ilk tekmeyi yiyecek iktidar da, esir olduğunu ve kağıt mendil gibi kenara atılıverdiğini ancak anlayabilecektir!... Artık fiyatı belirleyen sadece o güçtür; kimse karşı çıkamaz! Zamlar arttıkça dış açık da artacaktır. Başka gereksinimlerden kısıtlama yaparak ekmek alınmak zorundadır. Bu iş ise “Ekmek yoksa pasta yesinler” diyenler çıkana kadar sürecektir!...
Şimdi yerli üretimin önemini anlayabildiniz mi? Hele temel maddelerde, bu gıda olur, sanayi hammaddesi, madenleriniz olur, mutlaka kendi ürününüzün kendiniz tarafından üretilmesinin, işlenmesinin, bunların dış ülkelere peşkeş çekilmemesinin gerektiğinin önemi ortaya çıktı mı?
Şu iki konuyu da unutmayalım; önemli olan ne olursa olsun üretmek değil; o ürünün ülke için önemini kavrayarak en modern ve en ekonomik koşullarda üretimi sağlamaktır!
Bu da bir siyasi seçenek olayıdır. Ya aile şirketi olarak koca ülkeyi eşini-dostunu doyurmaya, kendi geleceğini garantiye almaya uğraşan kapitalist sistem; ya da her şeyin halk için üretilip hakça paylaşılabileceği insan temelli sosyal sistem!
Karar sizin; sonuçlarını ise zaten yıllardır yaşıyoruz. “Milli” demekle ne milli, ne de milliyetçi olunamadığı da ortada.
“Tam bağımsızlığın” sadece lafla olamayacağını da anlamış olmalısınız!