Sabahın erken saatleriydi. Yüzümü yıkamak için lavaboya vardım. Musluğu çevirdim sular kesikti.
Ağzımda dün geceden kalma acı bir tat vardı. Bir ayağı daha kısa olan bir insan gibi sendeleyerek yürüdüm cama. Perdeyi araladım. Koyu bir sis perdesi tüm şehrin sokaklarına buyurgan bir eda ile inmişti. Hafta sonu olması nedeniyle okul yoktu. Kapının arkasında asılı duran mevsimlik montomu sırtıma geçirip çıktım dışarı. Göz gözü görmüyordu.
Dikkatli ve ağır adımlarla yürüyordum sokaklarda. Köşede duran simitçi Mahir Abiyi fark ettim.
Mahir abi mahallenin gediklilerindendir. Ben kendimi bildim bileli Lale Sokak ile Geldi Geçti Sokak’ın birleştiği köşe başında bekler, sabahtan akşama simit yanında da dileyene krem peynir satardı. Yanına vardım. İçim kıyılıyordu. Bir simit alıp kaçmak niyetindeydim. Yalnız Mahir Abi hiç de yakamı bırakacak gibi durmuyordu. “Naber yazar? Nasıl gidiyor karalama işleri? Arkadaş sizin işte ne kolay yahu? Biz sabahtan akşama karın tokluğuna taban üstünde it gibi çalışalım siz elinize bir kalem alıp kurulun masalarınızın başına yazın üç beş satır sonra alın paraları. Oh ne ala memleket!“ Diye başladı klasik sıkıcı sitemlerine.
Ne diyebilrdim? Gazeteden anladığı tek şeyin simiti sarmak için kullanılan ambalaj kağıdı olduğunu düşünen bir insana yazı ve önemi hakkında ne anlatılabilirdi. Hoş bazen benimde içimi kemiren köşe yazarları yok değildi. Ama inanmak istesemde istemesem de en çok okunan yine onlardı. Eline aldığı şarap bardağı, altına çektiği deniz şortuyla yaz hikayelerini anlatanları, orijinal görünen ayrık tipleri, kullandıkları yeni ve şaşalı kelimeleri ile aşk hayatını anlatanları, yakasına yapıştığı bir ünlüye değişik ve sıradışı sorular sorarak röportaj hazırlayanları daha fazla okumuyor muyduk? Yine de boğazıma dizilen çeşit çeşit düşünceyi dökmek istedim Mahir Abi’ye. Bakmayın aslında iyi adamdır ama saftır. Ağzına geleni olduğu gibi söyleyiverir.
Simidimi aldım. Mahir Abi’ye; “abi söyle bakalım Fahri Abi’den bize iki çay” dedim. Ona da bir simit ısmarlamak istedim ama kabul etmedi. Aradan iki dakika geçmeden ağzında yarısı içilmiş sigarası elinde iki adet buharı tüten çayıyla Fahri Abi geldi. Çayları bırakıp her zamanki ketum halini sergileyip uzaklaştı yanımızdan. Sanırım arada yaptığı ufak bir el hareketiyle selam faslını icra etmişti. Simidimden ilk lokmayı koparıp çayımdan ilk yudumu da içtikten sonra şöyle bir derin nefes alıp başladım konuşmaya.
Mahir Abi, başka ülkelerde yaşayan insanları merak eder misin? Mesela ne yerler ne içerler, nasıl yaşar neyle geçinirler? Nasıl giyinirler? Hiç merak eder misin Mahir Abi, dedim. Ne yapayım ben başka ülkedeki adamın ne yiyip içtiğini yazar bey? Ben ekmeğime bakarım. Akşam eve giderken elimde iki ekmek tutabiliyor olduktan sonra banane başkasından, diye yanıtladı sorumu. Peki Mahir abi, sattığın simidin ne kadara mal olduğundan, bunu sana gelene kadar ne kadar üstüne fiyat konduğundan, durduk yere artan fiyatından, bunların nasıl olduğundan haberin var mı, diye sordum bu kez. Evladım, ben kaça aldığıma bakar üstüne kaç lira koyarsam kar edeceğimi hesaplarım. Gerisi ilerisi beni fazla alakadar etmez, dedi.
Mahir Abi yazmak nedir bilir misin? Mesela yazarlar olmasıydı dünya nasıl bir yer olurdu bilir misin, dedim. Şu ağaçları sadece koyu yeşillikleriyle, yere düşen yaprakları mat sarılıklarıyla, yağan yağmuru hışırtısıyla görürdük. Oysa büyülü kelimeler ve kelimeleri elleriyle oynatıp ahenk içinde bize sunan kişiler bize bambaşka gösteriler dünyayı. Mesela ay ışığını fark ederiz ilk kez. Asırlardır orada duran ve var olan en romantik varlığı bir su birikitisi üzerinde hayran hayran izleyebiliriz. Akşam güneşinin boynu bükük başaklara düşüşüne büyülenmiş bir gezgin gibi bakıp şairene dizeler dökebiliriz. Yazarlar, değişik yaşantıların tecrübelerinden süzülmüş nice anlamları bize sadece okuduğumuz bir kitap vesilesiyle kolayca sunabilir.
Çayım bitmişti, ben konuşurken de Mahir abi gelip geçen bir kaç kişiye daha simit satmışti. Belli süre sonra beni aslında hiç dinlemediğini anladım. Çünkü ben ordan uzaklaşırken yine yüzünde o alaycı tebessüm duruyordu. Bu arada yürüken bir ara mahallenin haylaz çocuğu Kemal’e rastladım. Ooo bakıyorum artık bizi yazıyorsun gazeteye diye sitem ediyordu.
Güldüm, öyle mi yapıyorum hakikaten?