Yerli Malı Haftası, ülkemizde bütün okullarda 12-18 Aralık tarihleri arasında kutlanmaktadır. 2. Dünya Savaşı sonrası oluşan ekonomik darboğazın ve ülkeye giriş yapacak yabancı sermayenin önünün kesilebilmesi için toplumda tutumlu olmak ve yerli malı kullanma bilincinin artırılması amacıyla, 1946 yılından sonra bu hafta kutlanmaya başlanmıştır.

Bu hafta süresince tutumlu olmanın ve yerli malı kullanmanın önemi, yeni yetişen nesile anlatılmaktadır.

Aynı zamanda çocukların bu konuya dikkatlerinin çekilmesi için yerli mallarının tüketildiği çalışmalar da yapılmaktadır.

İlkokul yıllarımda bu haftanın kutlandığını hatırlıyorum. O hafta her gün, bir ders saatimizi bu etkinliğe ayırırdık. Haftayla ilgili olan küçük oyunlar oynanır, şiirler okunur ve herkesin evden getirdiği yerli mallarını yer, içerdik. Gerçi o yıllarda yerli malı kullanmanın önemini çok iyi anlayamazdık. Ama böyle bir hafta varsa, önemlidir diye düşünürdük. Fakat şimdilerde Kapitalizmin, Emperyalizmin kol kola Küreselleştirmeye çalıştığı dünyada Yerli Malı kullanmanın değerini çok daha iyi anlıyorum.

Şimdilerde büyüdük ve çocuklarımız oldu. Bizlerin yaşadığı yılları, çocuklarımız adım adım yaşamakta. Aynı haftalar yine var. Ülkemizin emperyalizme teslim olduğu bir dönemde, Yerli Malı haftasının daha bir manalı kutlanması ,yeni yetişen neslin bu konuya dikkatinin çekilmesi, çok önem arz etmektedir. Umarım bu konudaki endişelerimi Başöğretmen Mustafa Kemal ATATÜRK’ün izinden giden öğretmenlerimiz boşa çıkartır.

Yerli Malı kullanmak, aslında çok sıradan bir şey değildir. Bir ülkenin ekonomik ölçülerde tam bağımsız olabilmesinin ölçüsü, kendi ürettiği mallarının değer bulmasıyla ilgilidir.,Yerli ürünlerin ülke içinde tercih nedeni olması, o ürünlerin daha kaliteli üretilmesini sağlayacağı gibi bu kaliteli ürünlerin dış pazarda da tercih nedeni olmasına neden olur. Bu sayede Türk toplumu için gerekli olan ürünlerin tamamı ülkemizde üretilecek ve bu ürünlerin geliştirilmesi girişimciler tarafından cesurca yapılacak ve en önemlisi de bu ürünlerin dışarı satılması sayesinde,  ülkemizin hem döviz rezervi artacak hem de ülkemiz her anlamda tam bağımsız olacaktır. Tarım, sanayi, askeri, enerji , iletişim gibi kritik alanlarda dışa bağımlı olmamanın yolu buradan geçmektedir.

Peki Türkiye tarihi boyunca böyle bir ülke durumuna geldi mi?

Mustafa Kemal ATATÜRK, bu ülkenin temellerini atarken, Osmanlı Devletinden devraldığı ekonomik miras, hiçte iç açıcı değildi.

Büyük bir çoğunluğu yabancıların veya onların işbirlikçileri gayri Müslimlerin elinde olan ve savaş esnasında zarar gören,  az sayıda fabrika ve atölye mevcuttu.

Üretim yapma kapasitesi olan sadece 4 fabrika vardı. Tarımsal alanda yapılan uygulamalar ise fazlasıyla ilkeldi.

Uzun süren savaşlarda, üretimde çalışan insanların çoğu ölmüş halk yoksul durumdaydı. Bunun üstüne bir de Osmanlı Devletinin borçlarını Türkiye Cumhuriyeti kabul etmek zorunda kalmıştı.

Mondros Ateşkes antlaşmasıyla; siyasal, askeri, ekonomik ve sosyal açıdan tam bir yıkım yaşayan Osmanlı Devletinin ardından Türk halkı, yeniden bağımsızlığa kavuşmak için Mustafa Kemalin önderliğinde 4 yıl sürecek bir ölüm kalım savaşına başlamış ve bu savaş başarıyla kazanılmıştır.

Savaştan sonra Cumhuriyeti kuran Kemalist kadrolar gerçek bağımsızlığın ekonomik kalkınmayla sağlanacağının bilincindedir. Bu bilinçte olan Mustafa Kemal ATATÜRK “Hiç bir uygar devlet yoktur ki, ordu ve donanmasından önce iktisadını düşünmüş olmasın”, “muhakkak tam bağımsızlığını sağlayabilmek için yegane hakiki kuvvet, en kuvvetli temel iktisâdiyattır”, Yeni Türkiye Devleti temellerini süngüyle değil, süngünün dahi dayandığı iktisatla kurtaracaktır”. demiştir. Kurtuluş savaşı sonrası hiç zaman kaybedilmeden 17 Şubat – 4 Mart 1923 tarihleri arasında İzmir’de Türkiye İktisat Kongresi toplanmıştır.

Bu kongreye işçi, tüccar ve sanayici kesiminden 1135 delege katılmış, kongre sonunda 12 maddelik Misak-ı İktisadi (Milli Ekonomi Andı) kabul edilerek TBMM’ye verilmek üzere “İktisadi Esaslar Programı” hazırlanmıştır.

Yeni Türk Devletinin ekonomisini Emperyalistlerin saldırılarından kurtarmayı amaçlayan bu kongre,  yerli üretimin ve sanayileşmenin önünü açacak bir öneme sahiptir.

Bu kongre kararları uyarınca, özel girişimcileri cesaretlendirecek politikalar izlenmiş, onların da Milli Üretimde söz sahibi olabilmelerinin yolu açılmıştır.

Özel girişimcilere kredi verecek bankalar kurulmuş, Osmanlı döneminde köylüden alınan öşür vergisi kaldırılmıştır.

Teknolojik manada yenilikler getirilmiş işletmelerin zamanla modernize olması ve büyümeleri teşvik edilmiştir.

Genç Türkiye Cumhuriyeti kısa bir zaman içinde ülkeyi demir ağlarla örmüş, Osmanlı döneminde yabancılarda bulunan çoğu demir yollarını satın almıştır.

İletişim ulaşım anlamında büyük atılımlar yapılmıştır. Yer altı, yer üstü kaynaklarımızı değerlendirecek sayısız fabrika ve işletme açılmıştır.

Bu dönemde Türkiye kendi uçağını ve motorunu üretecek düzeye gelmiş, yabancı ülkelere uçak ve uçak motoru ihraç etmiştir.

Osmanlı döneminin mirası olan yabancıların elindeki bütün işletmeler Millileştirilmiştir. Devletçilik ilkesinin kabulünden sonra ise, devletin özel sektörün giremediği veya başarısız olduğu noktalara girmesinin yolu açılmış, bu sayede ulusal çıkarlar için önemli olan girişimleri direkt devlet yapmıştır. Ekonominin ulusallaşması da devletçilik ilkesiyle hayat bulmuştur.

Cumhuriyet döneminde, Cumhuriyetin erdemi olan onurlu yaşamayı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti bütün zorluklara rağmen başarabilmiştir. 1929 yılında dünyayı kasıp kavuran ekonomik krize rağmen, Türkiye büyümeye ve gelişmeye devam edebilmiştir. Bunu da kendi öz kaynaklarını kullanarak ve gerçek manada üretim yaparak sağlamıştır. 1940'ların sonunda Türkiye Cumhuriyeti Osmanlıdan kalan borçlarını bitirmiş, dışarıya karşı tek kuruş borcu bulunmamaktaydı. Sanayi , tarım,askeri , ulaşım, ve alt yapı çalışmalarında büyük başarılar sağlanmış dışa bağımlı olmayan bir ülke konumuna gelinmiştir.Daha ötesine geçilmiş ürettiği ürünleri satarak cari açığın olmadığı döviz rezervinin fazla olduğu kendine güveni olan bir ülke pozisyonundadır.

Borcu olmayan ve üretim alanında çağ atlamış bu ülkeye ne oldu. İşte ne olduysa 1940'ların sonunda oldu.

2. Dünya Savaşı'nda tarafsızlık politikası izleyen Türkiye, süreci çok iyi yönetememiş, yalnızlık içersinde kalmıştır. Savaş sonrası Sovyetler Birliğinin Doğu Anadolu’da toprak ve Boğazlarda üs istemesi Türkiye’yi ABD gibi Ortadoğu'da hedefleri olan Emperyalist bir ülkeye doğru itmiştir.

Türkiye 2. Dünya Savaşı'na girmemiş, dolayısıyla onun büyük yıkımına uğramamış ve hazinesinde 245 milyon dolarlık altın ve döviz rezervi bulunmaktaydı.

Fakat bu rezervi Sovyet tehdidine karşın kullanmak için, harcamaktan çekiniyordu. Bu noktada ABD'ye hem stratejik hem de ekonomik anlamda yakınlaşmak zorunda hisseden Türkiye, sonu karanlık bir zaman tünelinin içine girdiğinin farkında değildi.

ABD de Sovyetler Birliğinin bölgeye hakim olmasının kendi Emperyalist çıkarlarına ters düşeceğini bilmesiyle,  Türkiye’ye yakınlaşmak, bölgeyi kontrol etmek istiyordu. Emperyalist ABD, çok partili hayata da geçen Türkiye’de kendi çıkarlarına uygun bir iktidar da oluşturabilmek amacıyla Türkiye’ye yardımı uygun görüyordu.

Böylece Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Cumhuriyet Döneminde başlattığı ve başarıyla sürdürdüğü onurlu milli ekonomik mücadele son buldu.

1947 yılında Türkiye’nin yoğun çabaları sonucu Truman Doktrini çerçevesinde, ABD nin Türkiye’ye yardımda bulunması gerçekleştirildi.

1947-1949 döneminde, Truman Doktrini’nde yer alan askeri malzeme yardımı da dahil olmak üzere, Türkiye’ye verilen Amerikan yardımının tutarı 152.5 Milyon $ oldu. Bunun 147.5 Milyon $’lık bölümü hava , kara ve deniz kuvvetlerinin modernizasyonu için kullanılırken, 5 Milyon $ kadarı yol yapım çalışmaları için ayrıldı.

1947-1951 yılları arasında ise Türkiye’ye yapılan Amerikan askeri yardımının miktarı toplam 400 Milyon $’a ulaştı. Artık Türkiye, ekonomik anlamda, göbekten Emperyalist ülkeye bağımlı hale geldi. Siyasi anlamda ise tamamen ABD paralelinde politikalar izlendi.

Yapılan askeri yardım çerçevesinde verilen malzemelerin bakım onarım için gerekli olan yedek parçalar, direkt bu ülkeden ithal edildiği için yılda 145 Milyon Dolar kayba neden olundu.

Bu durum, Türkiye’nin II. Dünya Savası sonrasında elinde bulundurduğu döviz stokunun kısa sürede erimesine neden oldu. Bu şekilde Türkiye’nin dış ticaret dengesi bozuldu, döviz sıkıntısı çekilmeye başlandı.

Yapılan askeri yardım ise kullanılmış, kullanım süresi dolmasına az kalmış, hasarlı silah ve malzemelerden ibaretti. Bundan da ötesi bu malzemeleri kullanabilme mülkiyeti Truman Doktrini antlaşmasının 4. maddesine göre ABD'ye aitti. Yıllar sonra 1964 de Kıbrıs’a müdahale etmek istediğimizde, ABD dönemin başbakanı İsmet İNÖNÜ ye gönderdiği onur kırıcı mektupta bu silahları kullanamayacağımızı söyleyecektir.

Truman doktrininin ekonomik uzantısı olan Marshall yardımları ile tarımsal alana büyük yatırım yapıldı. Tarımda kullanılmak için alınan tarım aletlerinin yurt dışından satın alınması nedeniyle, bu aletlerin bakım ve onarım maliyetleri de ülkenin dış ticaret dengesini kötü yönde etkiledi. Bu şekilde gelen paraların büyük bir bölümü ABD'ye geri döndüğü gibi ABD Türkiye’de kendisine bir Pazar yaratmış oldu.

Hem dış borcumuz arttı hem de dışa bağımlı hale gelen bir ekonomik yapımız oluştu.

ABD, yardımların karayollarının gelişmesi için de kullanılmasını istiyordu. Böylece karayolu yapımı, demiryolu yapımına tercih edildi. Karayolu ulaşımının düzelmesiyle Türkiye’ye ithal edilen yabancı otomobil ve otobüslerin sayısı ve buna bağlı olarak petrol ihtiyacı arttı. Hepimizin bildiği Devrim arabalarının üretimi komik bir bahaneyle iptal edildi. Bu üretimi yapan Türk Mühendisler yoğun tehditlere maruz kaldı. Bu dönemde Cumhuriyet Döneminin başarısı olan bir sürü fabrika ,ABD nin isteği üzerine zarar ediyor gerekçesiyle kapatıldı. Uçak ve uçak motoru üretim fabrikasına kilit vuruldu. Yani Türkiye’nin Yerli Ulusal üretimine son verildi. Truman Doktrini ve Marshall Planı ile yaşanan sürecin, Türkiye’deki sosyal yasama da büyük etkileri oldu. ABD ‘nin Türk kamuoyundaki imajı güçlendi. Amerikan mallarını kullanmak bir prestij haline geldi. Amerikan çizgi romanlarının gelmesiyle çocuklar Amerikan kahramanlarını benimsediler. Bu süreçte, Türk kamuoyunda Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı büyük bir ilgi ve hayranlık yasandı.

Buraya kadar olan bölümde, Emperyalizme karşı Kurtuluş Savaşı vermiş,daha sonra da ekonomik anlamda dışa bağımlılıktan kurtulmuş Milli Üretimin, başarıyla temellerini atmış başı dik bir ülkenin, nasıl onursuz dışa bağımlı Emperyalistlerin oyuncağı haline geldiğini gördük.

Biraz da günümüze gelmek istiyorum.

AKP iktidarı, tıpkı Menderes gibi tıpkı Özal gibi aynı ekonomik çizgide ilerledi. Geldiklerinde yaptıkları ilk iş yabancı sermayenin ülkeye daha rahat girmesinin önünü açmak oldu.

Cumhuriyet döneminin ve 2002'ye kadar olan iktidarların yaptığı fabrikaları, işletmeleri ve bunların üzerinde bulunduğu arazileri yok pahasına sattılar.

Stratejik önemi büyük olan sektörleri, yabancıların kontrolüne hiç düşünmeden terk ettiler. Ülke içinde kendi burjuvalarını yaratma çabasıyla, inşaat , ulaşım, medya alanında bir sürü ihaleler çıkartıp bunları yandaşlarına havale ettiler. Yani ülkede taş üstüne taş koymadılar. Tarımda üretim durma noktasına geldi. Türkiye tahıl, et ,süt ,meyve gibi ürünleri ithal eder duruma geldi. Fındığın sökülmesi için krediler verdiler. Çiftçi ürettiği ürünü maliyetinin altına satmak zorunda kaldı. Yer altı kaynaklarımızın çıkartılmasını ve işlenmesini,  akan nehirlerimizi yabancı firmalara havale ettiler. Türkiye küreselleştiren dünya düzeninde, AKP vasıtasıyla kendi öz değerlerine yabancı bir ülke haline geldi.

Sosyal hayatta ise durum farklı değildir. Restaurantlar,alışveriş merkezleri, mağazalar, arabalar, ayakkabımız, kıyafetimiz, kullandığımız kelimeler, aklınıza ne geliyorsa hepsi de Emperyalistlerin bizler için tasarladığı bir üründür. Yani yerli malı olarak Emperyalistlere satılmamış bir ruhumuz kalmış. Tek çıkış yolumuz Mustafa Kemal ATATÜRK’ün onurlu insanlar için kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'nde ona layık olan ruhlarımızı Emperyalizmle mücadeleye ikna etmek. Gelin hep birlikte bu işe bir dur diyelim. Milli Mücadele ruhuyla Emperyalizmi ve onun işbirlikçilerini Türkiye’den silelim.

Saygılarımla...