Yüce Karyola

Demokrasilerde -bizde pek sık görülmese de- yöneticisinden köylüsüne kadar her vatandaşın yasalara aykırı davrandıkları zaman yargıya hesap vermeleri olağandır. Bu hesap verme olayı da işlenen suçun niteliğine göre kurulu bulunan çeşitli mahkemelerde yapılır.

Her ne kadar tüm vatandaşlar desek de genellikle “Yürütme” gücünü elinde bulunduranlar için bu pek geçerli sayılmaz. Hazır iktidar ellerinde iken kendilerini korumak neredeyse bir “içgüdüsel” hareket halindedir.

Devletin belli üst düzey görevlerini yürütenler, iktidarda olan Bakan ve Milletvekilleri ile elbette ki Başbakan da “Dokunulmazlık” denen bir zırha bürünmüş olarak yaşarlar. “Demokrasi” deyince dünyanın en demokrat insanı olarak kendilerini gösterenler, nedense demokrasi ile taban tabana zıt olan bu “Dokunulmazlık” zırhını ve seçme ve seçilmenin önündeki en büyük engel olan “Seçim Barajı”nı hep görmezden gelirler. Hatta her seçim dönemine yaklaştıkça “bu defa mutlaka bu iki antidemokratik uygulamayı kökünden ortadan kaldıracaklarına” kesin söz verirler; ancak nedense seçildikleri gün bu sözlerini unutarak yokmuş gibi davranırlar.

Bu üst düzey görevliler elbette işledikleri bazı suçlardan dolayı her vatandaş gibi Yargı’ya hesap vermez zorundadırlar demiştik. Ama bu hesap, dokunulmazlıkları ortadan kalkana kadar ertelenir, dosyaları rafa konur. Kaşarlı politikacılar da her dönem yeniden seçilerek sürekli dosyalarının raflarda tozlanmasını ve unutulmasını sağlarlar. Yani herkesin anlayacağı dille yaptıklarının hesabını bu şekilde vermezler!

Eğer çok sıkıştırılırlarsa başlarına geleceği çok iyi bildiklerinden henüz iktidar gücü ellerinde iken kendileri için suç sayılan yasalarla oynayarak ya o suçları suç olmaktan çıkarır, ya da yasaları uygulayamaz hale getirerek ilerde yargılanmaktan kurtulurlar. Bunun örneklerini bizim gibi az gelişmiş demokrasilerde bolca görürüz.

Ancak yine de “Keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner” sözü boşuna söylenmemiştir. Ömür boyu iktidarda kalacaklarını sanarak her türlü yolsuzluğu yapanlar bir gün ayaklarının altındaki zeminin hızla kayıverdiğini gördüler mi seyreyleyin gümbürtüyü!... Kaçacak fazla bir yolları kalmadığını anlayınca “en iyi savunma hücumdur” diyerek başta muhalefet olmak üzere herkese saldırmak olağan olaylardandır. Erken seçim, seçimlere hile karıştırmak, seçim rüşvetleri dağıtmak… gibi güncel eylemler olağan sayılır. Çünkü tek amaç iktidarda kalmaktır. Yoksa işte o en korkulan iş; yani “yaptıklarının hesabını vermek”le karşı karşıya kalacaklardır!

Aslında demokratik ülkelerde bu hiçbir zaman dört elle sarılılan bir yöntem olmamıştır. Demokrasiyi “sadece oy kullanmak” olarak görmeyen ülkelerde eğer iktidardaki bir Başbakan, Bakan ya da bunların yakınları yüz kızartıcı bir suçla, yani rüşvet veya yolsuzlukla suçlandığında hemen görevlerinden istifa eder veya görevlerinden alınırlar. Görevlerinden ayrılırlar ki, Yargı görevini yaparken baskı altında kalmasın, rahatça ucu nereye kadar giderse gitsin soruşturmasını tamamlasın; böylece zanlılar da aklanabilsinler!...

İşte bu tür üst düzey kişiler normal mahkemelerde yargılanamazlar. Görevlerinin gereği özel sayılan en üst düzey mahkemelerde yargılanmaları gerekir. Bu mahkemelere “Yüce Divan” diyoruz. Burası artık yargının en üst basamağıdır. Burada yargılanıp aklananlar gönül rahatlığı ile normal yaşamlarına dönerler.

Tüm demokratik ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de “Yüce Divan” pek sık yargılama yapmaz. Ama “İleri Demokrasi” ile yönetilen ülkemizde zaten herkes “sütten çıkmış ak kaşık” olduğu için bu mahkeme pek kullanılmaz. Ha; bir de bizim siyasetçilerimiz Yargı’ya ve halka hesap vermekten de hoşlanmazlar. Onlar asla kul hakkı yememiştir, bir kuruş haram da yememiştir, bir delikli Allah’ın kuruşu rüşvet de almamıştır. Bu nedenle onlar sadece öbür dünyada Allah’a hesap vermeye niyetlidirler! Halkımız da bu dünyada Yargıya hesap veremeyenin öbür dünyada Allah’a nasıl hesap vereceğini düşünmeden salya-sümük ağlayarak avuçları patlayana kadar onları alkışlar da alkışlar!...

Ama kazın ayağı öyle değildir. O kaz kaç numara ayakkabı giyer, kimse bilmez. Ve o kazın evinde kaç tane ayakkabı kutusu olduğu da bilinmez. Ayda 500 TL. yi geçen paraların yasa gereği banka havalesi ile alınıp-verildiği ülkemizde, 50-100 yıl yemese-içmese tüm aldıkları bile o rakamları bulmayan para ile oynayan müdürlere kimse bir şey demez. Oğullar gemiciklere biner, villalar alır-satar, evlerinde kasaları, kasalarında milyon dolarları, sayması kolay olsun diye para sayma makineleri olur. Babaları bir kez olsun “oğlum bu paraları nereden buldun? Senin harçlığın bunlara yetmez, yoksa kötü yola mı düştün?” falan da demez.

Hep beraber ne derler? “Bunlar bizi çekemeyenlerin kumpasıdır. Biz bunları TSK’yı içeri tıkarken de tanıyorduk. Bunlar yalancıdır, sahte evrakçıdır. Silivri’ye kaç yazar-çizeri de bunlar böyle göndermiştir. Biz sütten çıkmış ak kaşığız. Söylenenler dış mihraklarla iç mihrakların işidir” falan derler!...

Derler de, o zaman da vatandaşın elini kulağına koyup çektiği gazeli duyarlar; “Siz 12 yıldır tek başınıza iktidar değil miydiniz? O zaman bu çetelere neden göz yumdunuz? O çete dedikleriniz yasa dışı işler yaparak TSK’yı, yazarları, bilim adamlarını, muhalefet edenleri içeri tıkarken alkışlamıyor muydunuz? O zaman sesinizi çıkarmayanlar şimdi hiç konuşmasın. Artık kılavuzun gereği yok, yolun sonu görünüyor”

Yani sevgili vatandaşlarım, tarihte tüm diktatörler ve faşist yönetimlerin sonu hep aynı olmuştur. Bir şekilde iktidara gelince öncelikle baskı, zulüm ve korku ile halkı sindirme, hızla yükselme, saadet zinciri ile yandaşları besleyerek yanında tutma başlar. Yavaş yavaş başlayan paylaşım kavgaları ve hırsın aklın önüne geçmesiyle daha çok, daha da çok isteme, ayaklarının altındaki zeminin kaymaya başlamasına neden olur. Geriye talan edilen bir ülke, batmış bir ekonomi bırakarak  hızla düşüşe geçerler!...

İşte şimdi ülkemiz de bu durumu yaşamaktadır. Her taraf rüşvet ve yolsuzluk kokuları ile dolmaktadır. Pisliklerin üzeri ne kadar örtülerek görünmez hale getirilse de kokuları gizlenememektedir. Bu suçu yapanlar bir gün mutlaka o meşhur “Yüce Divan’ da yargılanacaklardır.

Ancak burada küçük bir ayrıntıyı mutlaka belirtmek gerekiyor. Bu “Yüce Divan” da yargılanacaklar öyle bir, iki, üç, beş… falan değiller. Saymakla bitecek gibi de değiller. Yani kalabalıklar, hem de çok kalabalıklar!

Bu nedenle “Divan” bu iş için çok küçük gelecektir. Hiç değilse Yargı şimdiden önlemini almalı, daha çok kişinin rahatça sığabileceği bir “Karyola” almalıdır!

Yani; “Yüce Karyola”

***Tüm okuyucularıma ve dostlara her şeyin gönüllerine göre olacağı, sağlıklı ve mutlu yeni bir yıl diliyorum.