Bugünler de; gözlerimizi açtığımızda gördüğümüz en baskın renk hangisi? Radyoları dinlediğimizde ya da etrafımıza şöyle bir kulak verdiğimizde en çok duyduğumuz kelime ne? Hiç merak ettiniz mi bu güncel ama bir o kadar da rutinleşen gerçekleri? Sağda solda, elden ele dolaşan, sanal platformlarda devamlı paylaşılan, beğenilen ya da lanetleden fotoğraflara, yazılara dikkat ettiniz mi?
Yanıbaşımızda Mısır’da bir kıyamet var. Kızıl gökyüzü, dumanlı sokaklar ve kan akan dereler var. Çocuklar akşam evlerine, ellerinde annelerinden zar zor kaçırdıkları harçlıklarla bakkallardan aldıkları şekerlerle değil yan sokakta topladıkları mermi kovaları ile dönüyorlar. Anneler, çocuklarını evlerine yanık bir sesle ama bu kez akşam yemeği için değil yanıbaşlarında kopan kıyametten korumak için bağıra bağıra çağırıyorlar. Bir küçük kız gözlerini saate dikmiş eve dönecek olan babasını bekliyor ama bırakın dakikaları saniyeleri bile tek tek sayıyor çünkü artık emniyet diye bir şey yok, hiç bir yer güvenli değil hatta evleri bile.
Korku ile yatıp korkarak kalkmak nasıl bir ıstıraptır bunu yaşayanlardan başka kim bilebilir? Sığınabileceğin hiç bir yerin olmamasını, tutunduğun her dalın elinde kalma ihtimalinin zorluğunu ve sevdiklerini her an kaybetmenin mümkün olduğu gerçeğiyle yaşamanın ne olduğunu kim bilebilir?
İnsanlık uğruna binlerce laf söyleyip, yanıbaşımızda hergün onlarcasının katledildiği görüp seyirci kalmak aleni bir şekilde insanlığa ihanet etmek değil midir? Keza Suriye’de aylardır devam eden bir başka kıyamet yok mu? Peki biz, onların kapı komşuları, din kardeşleri ve eski dostları olan bizler ne yapıyoruz onların uğradığı zulmü, işkenceyi ve baskıyı gördükçe?
Hala komedi dizilerini izliyor muyuz mesela? Yoksa gülmüyor muyuz Mehmet Akif’in “ağlamıyorsun bari gülmekten utan” sözünü kendimize düstur edinerek? Akşam çocuklarımıza birer gofret alırken Mısır’da ya da Suriye’de aç susuz ve yaralı olan çocukları düşünüyor muyuz acaba? Konforlu olması için tonlarca para ödediğimiz yataklarımıza uzandığımızda bu ülkelerde yatacak yer bile bulamayan zulme uğramış olan kardeşlerimizi düşünüyor muyuz? Haberleri izleyebiliyor muyuz acaba? Yoksa haber kanallarını bir dokunuşla değiştirip magazin programlarına mı dalıyoruz? Bir mankenin hangi bikini ile hangi denizde hangi pozu verdiği; gözü yaşlı, gömlekleri kanlı kardeşlerimizin hangi halde olduklarından daha mı önemli?
Gerçekten kaybettik mi insanlığımızı yoksa uyuşturulduk mu bize biçilen senaryoları oynayarak? Bırakalım yesinler birbirlerini değil mi? Bize ne dökülen kanlardan, bize ne artık bir daha hiç gülmeyecek olan yüzlerden, atmayacak olan kalplerden? Bize ne yetim kalanlardan, çocuksuz kalanlardan, evsiz barksız kalanlardan? Bize ne? Sosyal ağlarda Don Kişotluk yapmak varken, son ses müzik ile arabalara doluşup havalı havalı dolaşmak varken, gazetelerin en arka sayfalarını okuyup kenara atmak varken, kim ne yapsın ellerde ne olduğunu?
Nasrettin Hoca’nın dediği gibi “el elin eşeğini türkü çığırarak arar” biz de tutturalım şöyle oynağından bir türkü onların eşeğini aramaya çıkalım. Önümüze gelirse neyse, gelmezse de bize ne? Her koyun kendi bacağından asılır; kasap biz değiliz ip biz değiliz, öyleyse dertlenmek bize mi kaldı? Nasıl olsa durulur sular, kurulur yeni dengeler, bizse izleriz böyle hayran hayran.
Yeri gelmişken meşhur bir hikayeyi anlatmalı belkide. Zamanında sarı, beyaz ve alaca renkli üç öküz bir otlakta otalanırken yanlarına bir kurt gelmiş. Bakmış üç büyük öküz, onlara tek başına gücü yetmez ille bir tuzak kurmalı. Ne yapsam ne etsem derken yanaşmış beyaz öküzün yanına. Ey beyaz öküz, sana diyeceklerim var demiş. Bak sen ve sarı öküz ne güzelsiniz, akça pakçasınız ama demiş bu alaca öküz sizin yanınıza yakışmıyor hatta sizi de çirkin gösteriyor. Şimdi sen bana müsaade etsen, biraz uzaklaşsan da, bu alaca öküzü bana bıraksan olmaz mı demiş. Beyaz öküz bakmış kendine dokunan bir şey yok tamam demiş ve oradan biraz uzaklaşmış, bu arada da fırsatını bulan kurt alaca öküzü haklamış.
Zaman geçmiş, kurt üremiş çoğalmış. Yine gelmiş öküzlerin otladığı otlağa. Bakmış öküzler yine orada yanaşmış beyazın yanına. Ey beyaz öküz, bak sana ne diyeceğim. Sen beyazsın, heybetlisin, güçlüsün ama demiş bu yanında gezen sarı öküz öyle çirkin ki seni de çirkin gösteriyor. Hani demiş, sen bize müsade etsende ben seni bu çirikinlikten kurtarsam olmaz mı? Beyaz öküz bakmış yine kendine dokunan bir şey yok geviş getirerek uzaklaşmış oradan, fırsatını bulan kurtta haklamış sarı öküzü.
Gel zaman git zaman kurt olmuş bir sürü ve acıkmış deli gibi. Yine gelmiş otlağa ve görmüş orada yalnız otlayan beyaz öküzü. Hiç teklifsiz geçmiş karşısına ve ey beyaz öküz demiş. Şimdi hiç debelenme, hiç de kaçmaya çalışma çünkü sende iyi biliyorsun ki sıra sende. Beyaz öküz şöyle bir sağına bir soluna bakıp acıklı bir tebessüm atıp, “yok yok kurt efendi sende suç yok. Biz daha ilk olarak alaca öküzü sana verdiğimizde kaybetmiştik zaten” demiş.
Evet şimdi evlerinde çekirdek çitlerken televizyonlarını izlenen bize sesleniyorum. Yanıbaşımızdakileri öldürüyorlar, onlarla acıklı bir oyun oynuyorlar ve biz sadece susuyoruz. Acaba bir gün sıra bize gelir mi? Gelirse şu meşhur “kendi düşen ağlamaz iki gözü çıkarmış” sözünü kendimize rahatlıkla söyleyebilir miyiz? Ben bilmiyorum, bilen varsa bana da anlatsın.