Rengi albenili yeşil, tadı yüz buruşturan ekşidir.
Beyaz süsleriyle baharda ilk çiçek açanlardan biri onun ağacıdır.
Ne zaman soğuklar el etek çekse, güneş birazcık yüzünü gösterse, dayanamaz koyuverir bembeyaz çiçeklerini. Bir bakıma baharın habercisidir de.
Şubatın sonlarına doğru televizyon haberlerinde mutlaka kendisini görürüz. Muhabir içine beş adet minik erik konmuş paketi eline alıp anons eder: “yılın ilk eriği çıktı. Kilosu 100 lira! İşte bu elimde görmüş olduğunuz paket tam on lira. Evet yanlış duymadınız, tanesi iki liraya geliyor.”
Haber hamile kadınların gecenin geç saatlerinde manava gönderdikleri kocalarının sözleriyle sona ererken, ekran başındakiler “vay canına, bu kadarı da insafsızlık” diyorlardır.
Küçüklüğümde hangi bahçede erik ağacı var, hepsini bilirdik. Mahalle arkadaşlarıyla bezelye kadar bile büyümesini bekleyemeden koparıp, olmayan çekirdeklerinin yerindeki acı özü, parmaklarımızın arasında sıkıştırarak patlattığımızı dün gibi hatırlıyorum. Bahçesinde erik ağacı olmayan çocuklar, erik ağacı olan evleri nasıl takip ediyorlarsa erik ağacına sahip olanların çocukları da eriğe dalacak çocukları takip ederlerdi. Çünkü bilirlerdi ki erik ağacını kollamazsan, daha olmadan tükenir, kütür kütür yiyecek erik kalmazdı. Bir de beraberce erik toplarken ceplerini doldurup ağaçtan inen muzip arkadaşlar vardı. Biraz uzaklaşınca “eriğe dalan var!” diye bağırır dalların arasında kalanları zor durumda bırakırlardı.
Erik ilk çıktığı günlerde yetişkinleri heveslendirir, çocukların hayallerini süsler. Akşam eve gelirken iki avuç dahi olsa erikle gelen baba, kucaklar dolusu oyuncakla gelen babadan daha değerlidir. Bu, babaların bildiği ufak bir sırdır.
Günler Mart’ı geçip Nisan’a uzandı mı, erik de o şatafatlı tahtından inip halkın arasına karışmaya mecburdur. Zaten halk her ne kadar ağzı sulansa da bu günleri bekliyordur. Birçok kişi gibi ben de eriğin ucuzlamasını bekleyenlerdenim. Erik yerine ucuzluğuna kanıp tüylü bademle kendimi kandırmam. Mahalle arası tezgahlardan, manav reyonlarına her gördüğüm eriği, her gün sorar fiyatlarını Tahtakale’dekiler gibi değil ama takip ederim. On liradan başladığım takip bir hafta sonra sekiz liraya, on beş gün sonra altı liraya düşer. İşte tam burada ağzımı sulandıran ekşilik hasretiyle, cebimi yakan pahalılık zahmeti arasında kıyasıya bir mücadele başlar. O günlerde el arabasında satış yapan esnafların birine fiyat sormuştum. Alacak gibi arabaya yaklaşıp sekiz lira cevabını alınca hemen topukladım. Arkamdan arabacı beni fırçalıyordu: “turfanda bunlar, ne bekliyordun ki?”
Baharın ilk yarısında nereye bir dost sohbetine gidiyorsanız elinizi azıcık gevşetip kese kağıdına biraz turfanda erik sardırın. Emin olun ki tuzun arkadaşlık ettiği eriğin ekşiliğinde sohbetin tadı bir başka olacaktır.*
Baharın ortasını bekleyemeden daha fazla dayanamaz bir avuç kadar alır ve an itibarıyla sezonu açmış olurum. Damağımda kalan tada hükmedemeyince “atın ölümü arpadan olsun” diyerek bir iki kilo tarttırırım. Olan ertesi gün olur. İki kilo erikten sonra karın ağrıma mı yansam bir gün içinde baş aşağıya giden erik fiyatına mı yansam kararsız kalırım. Bir günde yarı yarıya fiyat oynar mı? İndirimmiş, hıh, altıdan üçe indirim mi olur?
Baharın ikinci yarısına vardığımız şu günlerde artık erik her yerdedir. Canından, papazına her türlüsü tezgahları doldurur. Önce allı pullu taneli paketlerden kese kağıdına, sonra kese kağıdından poşete düşmüştür. Rengi de can alıcı yeşilden uçuk sarıya dönmüş aslında tadı da kaçmıştır. Ucuzlamıştır ve herkes bilir ki “ucuz eriğin tadı tatlı olur.” Pahalı diye elini sıkanlar ekşi vaktini geçirmiş, kütür kütür zamanını doldurmuşlardır. Artık tuza banarak yeseler de nafiledir. Gelecek seneyi beklemekten başka çareleri yoktur. Gelecek sene ise geçtiğimiz senelerden ders çıkarmayıp ucuzlamasını beklerken vakti kaçırmaları kuvvetle muhtemeldir.
*yazar tarafından bizzat tecrübe edilmiştir.