Her şey bir ramazan akşamı iftardan sonra Sultanahmet’te başladı. Ama ben anlatmaya daha öncesinden başlamak istiyorum. Üniversiteyi kazanmış heyecanlı bir öğrenciydim. Kaldığım yurdun kütüphanesine adeta dadanmış, kitapların birini bitiriyor diğerine başlıyordum. Bir gün elime “Evrak-ı Eyyam” isimli kitap geçti. İçini karıştırdım, birkaç cümle okudum, etkilendim. Dili biraz ağır olduğu için Evrak-ı Eyyam ile birlikte bir de Kamus’u aldım yanıma.
Okumam biraz ağırdan gidiyordu, bazen kamusa bakmaktan, “kitabı mı okuyorum yoksa kamusu mu?” diye düşünüyordum ama Cenap Şehabettin üslubunun tadına varmıştım bir kere. Ne kadar sıkılsam da bir türlü bırakamıyordum. Bir zaman sonra kelimelere aşina oldukça kamusa daha az bakar oldum. Bu sefer de başka bir sıkıntı baş gösterdi. Beğendiğim cümlelerin altını çizemiyorum. Çünkü kitap bana değil yurdun kütüphanesine aitti. Hemen kitabı yerine bıraktım, doğruca Cağaloğlu’nun yolunu tuttum.
Şanssızlık bu ya, yayıncının kapısından elim boş çevrildim. Evrak-ı eyyam ne yeni baskıların arasında vardı ne de stokta. Üzüntüyle geri dönecekken yolumun üzerindeki birkaç sahhafa sormak istedim. İlk girdiğim sahhaf, dükkanın arka tarafını işaret ederek şöyle söyledi: “En arkadaki rafların alt kısmında birkaç tane olacaktı, beni uğraştırma, git kendin bul. Bulursan beş lira bulamaz da beni getirtirsen on lira.” Amcayı ayağa kaldırır mıyım hiç. Hemen bulup geldim. Artık istediğim satırı, istediğim şeklide çizebilir, bilmediğim kelimeleri yanlarına ok çıkıp not tutabilirdim. Keyfime diyecek yoktu.
O kitap benim Cenap Şehabettin ummanına attığım ilk adımdı. Ondan sonra diğer adımlar kendiliğinden geldi. “Afak-ı Irak” ile “İstanbul’da bir Ramazan” adlı kitaplar birbirini takip etti. Daha fazlası yoktu. Evet yanlış duymadınız, her önüne gelenin sırf ticari kaygıyla bastığı berbat sadeleştirme kırıntıları “Tiryaki Sözleri”ni saymazsak Cenap Şehabettin gibi benzersiz bir üslubun sahibine ait piyasada başka kitap yoktu. O zaman sadece üzülmüştüm, beklemekten başka çare yok gibiydi.
Ta ki bahsettiğim 2011 Ramazanı’nın akşamı iftar sonrasına kadar. Canımdan öte sevdiğim ağabeyim Harun Tuncer, Sultanahmet Meydanını turlarken koluma girdi kulağıma fısıldadı: “Seninle bir projeye başlayalım mı?” Daha Cenap Şehabettin derken “Olur” dedim. “Bir okuyucu olarak üstadın yazılarından mürekkep böyle bir kitabın varlığı değil hayali bile beni heyecanlandırır.” Bayram sonrası yazıları paylaştık, çalışmalara başladık.
Tam iki sene sürdü bu çalışma. İki sene peyderpey Cenap Şehabettin’in Servet-i Fünun’daki yazılarını Osmanlı Türkçesinden Latin harflerine transkribe ettik. Her seferinde birbirimize göndermek suretiyle gözden geçirdik. Yirmi adet yazıyı tamamlayınca sıra okumalara geldi. Bu okumaların tadını ömrüm boyunca unutamayacağım. Artık hazırlayan sıfatıyla değil okuyucu sıfatıyla okuyorduk yazıları. Çayın eşlik ettiği okuyuşumuzu kah kahkahalar bölüyordu, kah derin derin düşünceler. Tadını bilen bilir. Üstadın cümleleri tecrübenin imbiğinden geçmiş, zamanın süzgecini aşmış aforizmalar topluluğu gibidir.
Evrak-ı eyyam’ı okurken altını çizdiğim bir cümle bizim aslında yol haritamızı ifşa ediyor: “Herhalde en büyük hazîne-i teceddüd metrûkât-ı ecdâddır. Yeni bir şey bulmak istiyor musun? Sahâif-i mâzîyi çevir, çevir… Güzel bir eskiyi güzel bir yeni yap: bence bir dâhîsin!” Zaten Cenap Şehabeddin yıllar önceden bize ne yapmamız gerektiğinin tüyosunu vermişti. Biz de bu cümleye binaen üstadın yayınlanmamış yazılarını gün yüzüne çıkarmaya teşebbüs ettik. Kitap ne zaman mı çıkacak? Çok yakında…