İkinci güne uyanır uyanmaz ajandamıza göz attım. Plan sayfasının bomboş olduğunu unutmuşum. En büyük planımızın plansızlığımız olduğunu hatırladım. Hiç düşünmeden bugünün rotasını çiziktiriverdim: güneşle birlikte deniz, ardından mükellef bir kahvaltı, sonrasında ise Kuş Gölü, Kuş Cenneti.
Deniz ve tatil memleketlerine gidenler elbette bilirler ki denize girmenin en münasip zamanı sabahın ilk dakikalarıyla akşam günbatımı zamanıdır. günü şemsiyesinin altındaki şezlonga uzanarak miskinlikle dolduran halkın gece geç saatlere kadar çay bahçelerinde muhabbet ettiklerini düşünürsek sabah on bir, on ikiye doğru uyanacakları herkesin malumudur. Bu sebeple hem tenha hem de en berrak sahil sabah saatlerinin adeta bir ikramıdır. İşte bu ikramı geri çevirmek olmazdı. Gece geç yatmamıza rağmen sabahın ilk ışıklarıyla doğruca plaja gittik. İn cin top oynuyor üst üste dizilmiş şezlonglar onlara tezahürat yapıyordu. Ilık bir rüzgar denizin dalgalarını kıyıya doğru biraz daha ittiriyordu. Düşündüğümüz gibi su o kadar berraktı ki boy seviyesine kadar geldiğimizde bile ayak uçlarımızı rahatlıkla görebiliyorduk.
Kahvaltıya gelince; tatilin başında dedik ya asgari masraf azami eğlence diye, onun için domates ve bibere biraz peynir ve zeytin katık ettik. Hemen sonra bir süreliğine elveda Erdek, ver elini Kuş Gölü ve Kuş Cenneti.
İtiraf etmeliyim ki Kuş Cenneti deyince gözümde hayvanat bahçesi gibi bir sürü bölüm ve o bölümlerde her türden kuş sergilendiği aklıma geliyordu. Gelgelelim Kuş Cenneti milli parkı pek de uzun sayılmayacak patika ve sonunda mevcut olan gözetleme kulesinden ibaretmiş. Kapıdan girer girmez envâi çeşit kuş görme hevesiyle etrafımıza bakınıyorduk ama çi-faide. Ne bir kuş vardı, ne de göz menzilimizde bir göl. Bir heves gözetleme kulesine tırmandık. Ev penceresinden küçük birçok boş çerçeveden sadece gölün bir kısmı müşahede edilebiliyor, sağda solda sinek misali uçuşan kuşları ancak görebiliyorduk. Bizim aksimize diğer ziyaretçilerin hepsinin boynunda yahut elinde birer dürbün, muzaffer komutan edalarıyla birbirlerine sesleniyorlar: “hanım bak pelikan, şuradaki de yalıçapkını” “baba koş koş bak , görüyor musun?” Biz iki çıplak gözle kuş seçmeye çalışan bahtsız ise “acaba dürbünü bir kere verirler mi ki biz de baksak” der gibi onlara izliyorduk. Cesaretimi toplayıp buna teşebbüs ettiğimde her şey ortaya çıkıverdi. Meğerse herkes dört liralık giriş ücretinin akabinde emanet olarak dürbün alabiliyormuş, biz heyecandan hemen kuleye koşunca dürbünden olmuşuz. “bizdeki bu dürbûnî nazarlar var ya ne dürbünleri cebinden çıkarır bilseniz” demek isterdim ama diyemeden ve kuşları göremeden indik kuleden. Bayezid bana “bunu yazmayacaksın değil mi?” dese de okurlarını düşünen bir yazar olarak ona “tamam” desem de içimden yukarıda yazdığım bu cümleleri düşünüyordum.
Erdek’e dönüşte Bandırma’ya uğramadan edemedik. Bandırma için her sokak başı bir çay ocağı desem abartmış sayılmam. Çok fazla kalmadık ama Bandırma’nın bendeki ilk intibaı, belediyeciliğin gereklerinin yerine getirildiği ve yerli yerinde güzel bir liman şehri oluşudur.
Akşamüstüne doğru Erdek’e geri döndük. Akşam denizinden sonra sokaklardaydık. Her şehirde olan “mecburiyet caddesi” Erdek akşamlarını gayet hareketli bir hale getiriyor. Adım başı ferah ve esintili çay bahçeleri ihtiyacı karşılamaya yetiyor. Hem içecekler bir tatil beldesine göre hiç de pahalı değil. Böyle bir çay bahçesinde benim yaptığım gibi bilgisayarınızı alıp hatta şarja takıp yazınızı pekala yazabiliyorsunuz.
Yarın mı? Yarın için şimdiden bir şey söylemek doğru olmaz. Sabah ajandanın boş sayfasını açar içimizden ne geliyorsa rotamızı çizeriz.