Üstüme, o yıl ilkokulu bitiren halamın üvey oğlu İsmet abinin siyah önlüğünü yırtık olan önünü yamayarak uydurdular. Omzumda, içine alfabeyi, defter ve kalemimi, bir de bir parça mısır ekmeğini koyduğum bez bir çanta ile her sabah evden çıkar, bir kuş hafifliliği ile bayır aşağı koşarak dereye iner, sonra Kişnavak tepesine çıkarak, yeniden bayır aşağı giderek Kumru’ya ulaşırdım.
Yalınayak büyümüştük. 1950’lere gelince köylü belki Hititlilerden beri giymekte olduğu çarıktan da kurtuldu. Onun yerini kara lastik aldı. 1952 yılında ailece çekilmiş fotoğrafımızda yalınayak görünüyorum. Ben de ilk lastik ayakkabıyı, galiba 7-8 yaşlarımda, yani okula yazılmadan az önce giymiştim. Annemle babam çarşıya gitmişler ve Marshall yardımıyla Sümerbanktan herkese giyecek bir şeyler almışlar, bana da altı pürtüklü bir kara lastik getirmişlerdi. Onu giyince ayağımın kalıba girdiğini hissettim, evin içinde aşağı yukarı gezinerek ayakkabı ile gezmenin nasıl bir şey olduğunu öğrenmeye çalıştım.
Ah hemen sabah olsaydı da onu dışarıda da giyseydim! Köyde yalınayak gezen diğer çocuklar da görseydi… O gece lastik ayakkabı ile yattım. Kokusu da pek hoştu!
Okula yalın ayak mı başlamıştım, yoksa ayakkabım parçalanmış mıydı hatırlamıyorum ama ayakkabı ile ilgili unutulmaz bir anım var.
Halamın eşi muhtar Fahri Efendi, daha önce de üç evlilik yapmıştı ve onlardan doğan evlatlarıyla ev kalabalıktı. Halam, bu çocukların arasında sefil kalmayayım diye bana ihtimam gösteriyordu. Kalabalık sofradan kalktığımızda bazen bana gizlice içine mısır ekmeği doğranmış yoğurt yedirirdi.
Bir sabah okula gideceğim, ayakkabım yok! Halam, yaşları bana yakın iki kızdan birinin lastik ayakkabısını önüme koyarak:
“Şunları giy, göstermeden kaç!”dedi.
Ayakkabıyı acele ile ayağıma geçirerek çantayı omzuma astım ve bayır aşağı biçilmiş mısır tarlaları arasından seğirterek Kumru’nun yolunu tutum.
Fakat arkamdan iki kızın sesi geliyordu:
“Yalcııı, yalcı! Ayakkabımızı giydin de nereye kaçıyorsun?”
Ben hiç geriye bakar mıyım?
Daha sonra eniştem bana da lastik ayakkabı aldı. Ancak 63 yıl sonra o sözler hâlâ kulaklarımda çınlıyor. Fakat o çocuklara kızdığımdan, alındığımdan değil. Hepimiz çocuktuk. Onlar da nihayet öksüzdüler ve okula bile gidemiyorlardı. Şimdi onların da bulunduğu aile ortamlarında o eski günleri anarız. Ben ayakkabı olayını anlatırım. Gülüşürüz.
Fakat ortada gülünecek değil, ağlanacak bir durum vardır, o da 1953 yılında bile benim köyüm gibi binlerce köyün okulsuz olması, aileler tarafından okutulması göze alınan pek az çocuğun sağda solda çektiği sıkıntılardır.
Hemen devletin tarafına geçip “Devlet ne yapsın, imkânlar kıttı!” demeyin. Var olan imkânların neden o kadar adaletsiz dağıtıldığını düşünün. Olaya yukarıdan değil, aşağıdan bakın. Devleti elinde bulunduran sınıf, kendi çocukları için devlet okullarıyla bile yetinmeyip özel okullar açma peşindeydi…
Köy çocukları okusun diye çabalayıp duran o koca yürekli İsmail Hakkı Tonguç’a nasıl minnet duymam? İşte o bizdendi…