İstanbullunun malumudur ama Eyüplüler yakînen bilir. Her nerede bir bardak çay içmeye otursanız yanınızda biterler, arkadaşınız yahut sevdiğinizle iki lafın belini kırmaya başlasanız aranıza girerler.

Çocuk istismarcılarından bahsediyorum, çocuk dilendirenlerden.

İnsanların masum duygularıyla oynamak, içlerindeki iyilik kırıntılarını gelişigüzel savurmak bu kadar ucuz olmamalı.

Çocukların insanlara yaklaşmalarından, nerede ne söyleyeceklerini bu kadar iyi bilmelerinden, yüzlerine takındıkları yerine göre türlü ifade maskelerinden bu iş için özellikle eğitildikleri aşikar.

“Ne var canım, istediği elli kuruş, bir lira” diyenlerin, durumun bu hale gelmesindeki payları maalesef ki çok büyük.

Eyüp Meydanı'ndaki çay bahçelerinin birinde otururken şahit olduklarım, bu tezi doğrular vaziyette...

Mevzu bahis çocuklardan biri, çay bahçesine yaklaşmadan gözüne kestirdiği hanımefendinin yanına usulca yaklaştı.

Telefonla konuşan kadın, böyle şeylere alışık olacak ki dilenci çocuğun yüzüne bile bakmadan elinin tersiyle işaret etti:

“Git!” Çocuk, tek kelime dahi etmeden arkasına dönüp ağır ağır uzaklaşıyordu.

Kadın, telefonu kapatıp başını çevirdi, çocuğu çıplak ayaklarından yırtık tişörtüne, kirli topuklarından dağınık saçlarına kadar süzdükten sonra seslendi: “Şşş, gelir misin?”

Zaten arkasından sesleneceğini biliyormuş gibi endişelenmeden yürüyen çocuk, rolünü başarıyla oynayan aktör edasıyla başını çevirdi.

Kadının kendisini çağıran el hareketini gördü ve geri döndü. Kadın, ne istiyorsun demeden çocuk “ekmek parası ablacım” dedi. Yüzü az sonra yapacağını düşündüğü iyiliğin sevinciyle dolu kadın karşısındaki sandalyeyi göstererek oturmasını istedi.

Çocuk daha önce defalarca canlandırdığı rolü artık ezbere oynuyor gibiydi. Kadın, garsona porsiyon köfte ile meyve suyu söyledikten sonra çocuğu irdelemeye başladı.

Annen, baban var mı? hangi okula, kaça gidiyorsun? Kardeşlerin var mı? Büyüyünce ne olacaksın? Başka neye ihtiyacın var? Kadın sordukça çocuk rahatlıkla cevap veriyordu.

Köfteler geldi, meyve suyu bardağa dolduruldu. Çocuk ilk lokmadan itibaren köftesini büyük bir iştahla yemeye başladı. Onun iştahı, karşısındaki kadını, mutluluğun zirvesine taşıyor gibiydi.

Saatine baktı, çantasını topladı, elini garsona doğru uzatıp hesap işareti yaptı. Kadın ücretin yazdığı fişin üzerine yeteri kadar para bıraktıktan sonra, bir yirmilik de çocuğun cebine sıkıştırdı.

Kadın, Eyüp Sultan Camii’ne doğru giderken, etrafında kendinden mutlusunun olmadığını düşünür gibi adım atıyordu. Kadın gittikten otuz saniye sonra, az önce büyük bir iştahla yemeğe girişen çocuk usulca masadan kalktı, cebindeki yirmiliği koynuna atıp sessizce uzaklaştı.

Tabaktaki dört köfte ile yarıdan fazlası dolu olan meyve suyu bardağı masada yapayalnız kalmışlardı. Garson “bu kaçıncı arkadaş!” dercesine masadakileri topladı. Yanımdan geçerken dilendirilen çocuğu tanıyıp tanımadığını sordum. “şahsen tanımıyorum ama insanları kandırışlarına şahit ola ola tanımış kadar oldum. Sabahtan beri bu dördüncü porsiyon köfte, sadece birini tamamen bitirdi.”

Manzara ortada! Birilerinin bu işe acilen el atması lazım, hatta elzem. Yoksa sokak başlarında, otobüs duraklarında, yaya geçitlerinde, arnavut kaldırımlarında, meydan çeşmelerinde yani insanların arasında sadece kırıntıları kalmış iyilik hasletimizi de bu şeklide söndürecekler, ondan korkuyorum.


İhtiramat