Dün mektup göndermek için postaneye gittim. Elimdeki zarfı görevliye uzattığımda bana öylece birkaç saniye baktı. Gözlerinde “e-posta varken telefon varken internet varken bu devirde ne mektubu kardeşim.” değişini okuyabiliyordum. Belki de haklı olabilirdi çünkü mektubun üstüne göndereceğim yerin adresini, telefonumdan bakarak yazıyordum.
Mektuplaşmayı devam ettirenlerden biri de benim. On beşte bir, olmadı ayda bir kurşun kalemle yazdığım mektuplarımı arkadaşlarıma gönderirim. Mektup arkadaşlarım vardır ülkenin uzaklarında. Ve gelen mektupları sakladığım ufak bir kutum. Canım sıkıldığında o kutunun başına çömelir, eski mektupları karıştırırım. En eskilerini okumak bana çok iyi gelir. Satır aralarında kah yersiz korkularımı bulurum kah abarttığım endişelerimi. Hayallerimi, heveslerimi, gelecek adına planlarımı. Tabi dostların bana yazdıklarından çıkarırım bunları. O dostlarımın yazdıklarına bazen gülerim, bazen iç çekerim.
Postaneye mektup için gelen başkası olmadığı için görevlinin şaşırması gayet tabii. Belki hiç yoktan kendisine iş çıkarttığımdan bana kızıyordur ama ben yine de seviyorum postaneleri ve memurlarını. Gurbette olanlar çok iyi anlar, ülkenin neresine giderseniz gidin o sarı renkli panoları ile içinizi ısıtır, kapısından girdiğinizde birkaç dakika da olsa size memleket havasını koklatır.
Ziyaretçilerinin çoğu emeklilerdir. Ya maaşlarını çekerler veya uzaktaki çoluk çocuğa para gönderirler veyahut da fatura yatırırlar. Emeklilerden başka kolilerini ülkenin en uzak köşelerine bile ucuza göndermeye çalışan kargo göndericileri vardır. Bunların dışında ise masalarının arkasında oturan postane çalışanlarından uyku ile uyanıklık arasında görev yapanları da yok değildir. İçlerinden bazılarının öğlen arasına beş dakika kala kapıyı kilitleyip kazara da olsa mesai saatini geçirme tehlikesini önlemek ile akşamları çıkış saatini beş dakika erkene çekmek memuriyetlerinin mutatlarındandır.
Postanenin en çok çalışanları ise lacivert üniforma ve şapkaları ile sokak sokak dolaşan postacılardır. Kar, yağmur demeden adımlarıyla tüm şehri devriye gezen polislerden farksızdırlar. “Bak postacı geliyor, selam veriyor. Herkes ona bakıyor, merak ediyor.” Şarkısını hatırlıyorum da ne postacının selam verişi kalmış, ne de postacıyı görenlerin merak edişi. Belki insanlar artık postacı görünce kaçıyorlar bile. Postacı artık hasretliklerden koku, uzaklardan haber getirmiyor. Postacının boynundan aşağı sarkan çantasında ya icra kararları var, ya mahkeme celpleri yahut kredi kartı ekstreleri. Kimse sevmiyor onları. Daha kötüsü kimse fark etmiyor. Ses çıkartmadan kapıya sıkıştırıp gidiyorlar emanetleri. Herkes varlıklarından haberdar fakat kimsenin umurunda değil. İnsanlar akşam iş dönüşü eve girmeden posta kutusu veya kapının demirleri arasından bıraktıklarını el yordamıyla karıştırıp kendisine ait olanları alır eve girince de “bak ne gelmiş” derler. Kimsenin ağzından “postacı getirmiş” lafı duyulmaz.
Her şeye bir kampanya yapan ülkemin, postaneleri de bir kampanya yapıp mektubu özendirseler ne güzel olur. Yazdıklarımızı yüz kırk karaktere sığdırma derdi olmadan sayfalarca yazsak, zarflara sığdıramasak. Düşünün bakalım uzaklarda hangi dostlarınız var. Mektup gönderecek olsanız kime gönderirsiniz? Elbette birisi çıkacaktır. Hele bir de haber vermeden gönderirseniz nasıl mutlu olacaklardır kim bilir.
Yazının sonuna geldik. Şimdi ne mi yapacağım? Ben, Recep ismindeki bir arkadaşıma göndermek üzere mektup yazmaya gidiyorum. Haydi siz de kalkın, ne duruyorsunuz.