Adam yazardı artık. Yeni yazar olmuştu. Aslında çok okur biraz yazardı. Damlaması için birikmesi gerektiğine inanırdı. Daha geçen ay kitabı çıkmış, A’dan Z’ye bütün internet sitelerinde, birçok kitap mağazasında satılmaya başlanmıştı.
Her zamanki gibi sabahın yedisinde evden çıktı. Mahalle bakkalıyla her gün karşılaştıkları yerde –tam limonların önünde- karşılaştılar. Selam vermedi. Bakkalın arkasından uzun uzun baktığını düşünerek yürümeye devam etti. Tam bu saatlerde balıkçı halden getirdiği derya kuzularını yuvarlak tahta tezgaha güzelce dizerdi. Şimdi de aynını yapıyordu. Ona da selam vermedi yazar. Devam etti. Parayla idi sanki. “Evet, parayla tabi” diye düşündü. “Herkese selam verirsen ne manası kalır.” dedi. Çok olan şeyin kıymeti olmaz.”
Özel aracı olmadığı için diğer insanlar gibi toplu taşımayı kullanmak zorunda kaldı. Ama koltuklarına oturmak yerine tanınmamak için kapının önünde yolculara arkası dönük bir şekilde durmayı tercih etti. Artık insanları ikiye ayırıyordu: ünlü olanlar, ünsüz olanlar. Hatta geçen haftalardaki bayram tatilinde baba evine gitmiş, yemek esnasında “Demek ki insan ünlü olduğu zaman bile annesinin babasının evine gelip, sofrasında yemek yiyormuş” demişti. Tuhaf ama gerçekti.
Otobüs kapısını açıp yolcu indirdikçe yazarın yüzü otobüstekilere dönüyordu. Yazar, ünsüzlerin dolu olduğu bu otobüste nasıl oluyor da birisi fotoğraf çektirmeye gelmiyor hayret ediyordu. Kafasına takılmıştı. Hatta takıntı yapmış, yüzünü büsbütün otobüse döndü. Hala bir hareketlenme yoktu. Bırak hareket en ufak kıpırtı bile göremedi. Otobüs dışarıdan bakınca yolculuğu paylaşan insanlardan oluşuyordu ama içeride durum çok farklıydı. Herkes ayrı bir dünyanın temsilcisi gibi ya önüne bakıyor yahut mütemadiyen dışarısını seyrediyordu. Biriyle göz göze gelmek kör ediyormuşçasına birbirinden kaçıyordu bakışlar. Bu yüzden sorunun kendisinde değil otobüsün genel hayatı olduğuna karar kılmış, takıntısından şimdilik vazgeçebilmişti.
İş yerine gelmeden otobüsten indi. Şimdi yürürken kesin birisi çıkacak “efendim, bir fotoğraf lütfeder misiniz?” diyecek, yanına sokulup gururla poz verecekti. Yahut başka birisi elinde kitapla karşısına dikilip bütün ceplerini “yahu şurada kalem olacaktı, bir imza isteyecektim ama bulamıyorum bir türlü” diyecek, işte tam bu sırada yazar, hızlı bir hareketle cebindeki pilotu çıkarıp imzasını atacaktı. Kısa boylu yaşı kendinden büyük gözüken bir hanımın sesiyle kendine geldi. Hayali gerçek olmaya başlamıştı galiba. Yalnız hanımefendi yazara fotoğraf makinesi uzatıyordu “rica etsem eşimle benim fotoğrafımızı çeker misiniz?” yazar yıkılmıştı. Kendini zor toparladı, iş yerine attı.
Birkaç  arkadaşı tıpkı yazar gibi erkenden gelmiş kahvaltı  hazırlıyorlardı. Bir tanesi iki koliyi yan yana koyup üzerine gazete serdi, kahvaltı masası yaptı. Yazar heyecanlanmıştı. Çünkü kolilerin üzerine serdiği gazete sayfasında kendi yazdığı kitabın yarım sayfa tanıtım ilanı vardı. Üstelik yazarın fotoğrafını da kullanmışlardı. Elbette şimdi ya da kahvaltı yaparken birisi fark edecek, “vay be ne arkadaşımız varmış da haberimiz yokmuş” diyecekti. Masanın üzerine kahvaltılıklar dizilmeye başlandı. Tam anlının üstüne tere yağı kasesi, kitabın üstüne de zeytin kasesi denk geldi. Ekmek parçalanıp dağıtılınca reklamı fark etmek iyice zorlaştı. Yanında oturan arkadaşı ağzından çıkardığı zeytin çekirdeğini gazetede boynuna denk gelen kısma fırlattı. Diğer bir arkadaşı kitabın tanıtım yazısının üstüne biraz çay döktü. Yazar doymuştu, daha fazla tahammül edemedi.
Arkadaşları  bile fark etmedi yazar olduğunu. Artık yazar olduğunu bir kenara bırakıp bu durumu kabullenmek gerektiğini anladı. “Kitap yazmış olmak, yazar olmak anlamına gelmiyor herhalde.” dedi. Yazar olduğunu sanıp değişmeye başlamıştı ki çok sürmedi, kendine geldi. Daha fazla çalışmalı yeni kitaplar üretmeliydi. Toparlandı, arkadaşlarının yanına kahvaltı masasına döndü. Koca bir dilime tereyağı sürmeye başladı.