Biz üç kişiydik: Murat, Hüseyin ve Ben. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez, mahallenin oyun grubunun başını çekerdik. Okula Hüseyin ile birlikte giderdik çünkü Murat öğlenci olduğunda biz sabahçı olurduk, biz öğlenci olduğumuzda Murat sabahçı olurdu.

Yaz gelince camideki Kur’an kursuna yine beraberce katılır, okullar açılana kadar Kur’an-ı Kerim’e geçer, okul başladıktan sonra bir dahaki yaza kadar tembelliğimizden tekrar unuturduk. O zamanlar Ramazan ayı kış aylarına denk geliyordu. Murat’ın babası fabrikada gececi olduğu için, Hüseyin’in babası şehir dışına giden kamyoncu olduğu için bizi teravihe götürme vazifesi benim babama kalıyordu. İftarı müteakip çay ve dinlenme faslından sonra abdestlerimizi alır bizim kapının önünde babamın çıkmasını beklerdik. Babam, yanında kardeşimle-o vakit diğer kardeşim daha kundakta bebekti- ağır adımlarla camiye giderken biz üçümüz arkadan onları takip ederdik. Camiye girince babam ön saflara otururdu. Bizimle birlikte kalmak isteyen kardeşimi ite-kaka babamın yanına oturmaya ikna ederdik. Çünkü namaz başladıktan sonra kıkırdayacak bizi kovalayan yaşlı amcalardan kaçıp kaçıp geri gelecektik. Bu kaçma esnasında kardeşim yeteri kadar atik davranamayabilir ve azarın yanında ensesine bir tokat bile yiyebilirdi. Bu yüzden kardeşimi babamın yanına postaladığım zamanlarda içim daha rahat olurdu.

Bir buçuk iki safa yakın çocuğun namazın ortasında ipi kopmuş tespih taneleri gibi dağılması birisinin kendini tutamayıp ağzından kaçırdığı ufak bir kıkırtı kırıntısına bakardı. Her selam verişte azalan çocuk sayısı teravihin her dört rekatında bir hep beraber söylenen salavatın içine karışan ince seslerin azalışından anlaşılabilirdi. Namazın sonuna doğru arada çıkanlar geri gelir sanki namazın başından beri arkada uslu uslu oturuyormuş izlenimi vermeye çalışılırdı. Namazın arasında işaret parmaklarını dudaklarına götürüp kocaman ve korkunç birer “şşşşiiiittt” çeken amcaların namaz çıkışı bizleri görmemesine ve kızmamasına şaşırırdım.

Daha sonraki yıllarda Hüseyinler ve biz mahalleden taşındık. Zaten Murat da yatılı okulu kazanmış yazdan yaza gelir olmuştu. Şimdi nerelerdedirler bilmiyorum. Dün akşam gittiğim bu senenin ilk teravihinden sonra bunlar aklıma geldi. Bizim çocukluğumuzla şimdiki çocukların çok da farklı olmadıklarını gördüm. Hatta tıpkımızın aynıları diyebilirim. Yine en arkadalar, yine bir buçuk saf kadarlar. Bazıları yine ön saflarda babalarının yanı başında. Bazıları yine her selam verişte “baba kaç rekat kaldı?” diye soruyorlar. Teravihe gitmeyi “adamlığın” şartlarından biri kabul ediyor, götürülmedikleri yahut ihmal edildikleri zaman çıngar çıkarıyorlar. Gece yatarken otuz kırk kere anne babalarına tehditlerini korkusuzca savuranları yine yok değil: “aman ha beni sahura kaldırmayı unutmayın, çok fena yaparım.” Yine kıkırtının kopması birisinin kendini tutamayıp gülmesine bağlı. Bir gülüşle dağılan safları abdest alıp gelenlerle namazın sonuna doğru yine tekrar toparlanıyor.

Saçlarına ak düşmüş bir ihtiyardan “nerde o eski ramazanlar evladım?” yakarışını mutlaka duymuşuzdur. Yaşı kemale ermiş her insana hayalleri arasında kalmış puslu hatıraların çoğu kimsenin yaşayamayacağı bir saadet devrinin anılarıymış gibi gelir. Bu sebeple insanları sona yaklaştıran her sene, geçmişte kalan sisli Ramazanları kandilli mahyaların olduğu zamanların Ramazan’ı olduğuna biraz daha inandırır. Aslında “eski ramazanlar” ile “yeni ramazanların” arasında takvim yapraklarındaki senelerden başka fark yoktur. Yalnız, “yeni ramazanlar”da tek bir fark yahut olumlu bir eksiklik var, o da bütün kıkırtıların içinde en arka safın müdavimlerine yani çocuklara bağırıp kızarak “şşşiiitttt” diyen ihtiyarlar. Evet, dün şahit oldum ve sevindim, kimse çocuklara kızmıyor, onları azarlamıyor “yeni ramazanlar”da. Alabildiğine müsamaha, alabildiğine hoşgörü…