Son günlerde kendimi bir romana kaptırdım ki uzun zamandır beni bu kadar bağlayan, her fırsatta sayfalarına çağıran bir kitap okumamıştım. Otobüste bile okudum-bkz. “sizi de otobüs tutar mı?” yazısı-, gerisini siz düşünün.
Hangi kitap mı diyorsunuz? Hemen söyleyeyim: Beşir Ayvazoğlu’nun Ateş Denizi. Kitabı okurken, Beşir Bey’in konferans günlerinden birini kovaladım, denk getirdim. Hem edebi sohbet halkasına dahil olacaktım, hem de kitabı imzalatmak fırsatını bulacaktım. Roman aklımdan çıkmıyordu. Hala kafamda “böyle bir kurguyu nasıl yaptı, dipnotlu roman yazma fikrini nasıl buldu, kurguyu gerçekliğe nasıl bu kadar gizli dahil etti” gibi sorularla boğuşuyordum. Konferans yolunda hayali olarak Beşir Ayvazoğlu ile röportaj yapmaya başladım. İşte bu yazı, o muhayyel röportajın tam metnidir:
“Beşir Ayvazoğlu ile röportaj için tramvayın Sultanahmet durağına çok yakın bir yerde bulunan Türk Edebiyatı Vakfı’na gittim. İkinci kata çıkıp sola dönünce kocaman odasında Beşir Bey’i bulmam zor olmadı. Üç masadan birinin başında oturuyordu. Geniş ve ferah odanın diğer eşyaları kitaplarla dolu kitaplıklardı. Masasının üstü kimisi açık, kimisi arasına kağıt sıkıştırılmış kitaplar, küçük not kağıtları, düzenlenmeyi bekleyen fişlerle doluydu. Bilgisayarı kapalıydı, telefonu mütemadiyen çalıyordu. Telefonda bile bir kelimenin izinde olduğunu bizzat müşahede ettim. Havaî köklü bir ağaçtan bahsediyordu. Kısa bir hal hatır faslından sonra hemen sorularıma geçmek için izin istedim.
Beşir Bey, Ateş Denizi bir dönem romanı diyebilir miyiz?
Evet. Roman, Ekim 1934’te başlar, Ocak 1935’te biter. Üç aylık bir dönemde olup bitenlere edebiyat ve kültür tarihi açısından bakar. Ama o zamanın içinde birçok zaman var. Romanın kahramanı içine düştüğü bunalımdan kurtulmak için Tanburi Cemil Bey’in peşine düşüyor, dolayısıyla roman, kaçınılmaz bir şekilde 1910’lara, 1920’lere yöneliyor ve genişliyor.
Evet, efendim, hatta bu zaman genişlemesi 18. yüzyılın sonlarındaki Cibali yangınına kadar uzanıyor değil mi?
Roman kahramanı Galip Tahiroğlu, aynı zamanda bir romancı, tarihi roman yazmak istiyor. Cibali yangının içine girerek Şeyh Galip’in Hüsn-i Aşk’ı yazma sürecini anlatıyor. Bir de bugün var. Bulunmuş, daha doğrusu editöre gelmiş defterlerden yola çıkan editörün yayına hazırladığı metinler gibi kurgulanmış. Dolayısıyla romanda zaman olarak bugün, 1930’lar, 1920’ler, 1910’lar, 1700’ler var. Yani iç içe geçmiş zamanlar… Neredeyse anın içinde yekûn halinde bir geçmiş diyebiliriz.
Kahramanımız tam da her şeyin değiştiği, toplumda büyük bir kırılmanın olduğu zamanlarda yaşamış. Nasıl birisi Galip Tahiroğlu?
Galip, Darülfünun hocası, üniversitede asistan, yani akademisyen. 1934 ünivesite reformunun gerçekleşmesi ile kadro dışında kalan birçok hocadan bir tanesi. Kurguda Ahmet Refik Bey’in asistanı gibi gözüküyor. 1934, değişiminin çok hızlı yaşandığı dönem. Her şey altüst oluyor.
Hangi değişmeler bunlar?
Geçmişimizle bütün bağların koparılmak istendiği, yeni bir dünyanın kurulduğu neredeyse bütün bir hafızanın tamamen ortadan kaldırılmak istendiği değişmeler.
İşsiz kalan bir akademisyeni tercih etmenizin hususi bir sebebi var mı?
O psikolojiyi, o ortamı anlatmak için yaşanan hadiselerle fazla uyuşamayan, köklü bir İstanbul ailesine mensup muhalif bir kimlik seçtim. Onun bakış açısından hadiselere baktım. Bugüne kadar o meselelere muhalif gözüyle hiç bakılmadı.
Peki ya romandaki diğer karakterleri nasıl seçtiniz?
O dönemde şair, yazar kim varsa romanda gerçek şahsiyet olarak varlar. Mesela romanda Yahya Kemal geçiyorsa, Nazım Hikmet geçiyorsa bu kişiler, roman kahramanının yakınındaymış, dostuymuş gibi mevcutlar.
Romanın kurgu ile gerçeklik arasındaki ince çizgide olduğunu fark edebiliyoruz. Peki ne kadarı kurgu ne kadarı gerçek?
Roman kahramanının asıl çevresi-anne, baba ve nişanlısı- tamamen kurgu. Kurgu kısımlarla gerçeklik arası ek yerleri fark edilmeyecek şekilde birbirine eklemlenmiştir. Post-modern deneme diyebilirim.
Kurgu ile gerçekliğe biraz daha eğilmek istiyorum. Bu kadar hissettirmeksizin eklemleyebilmek büyük bir bilgi birikimi gerektiriyor değil mi?
Tabiî ki bu romanın altında benim daha evvelden yazmış olduğum kırk kitap vardır.
Galip Tahiroğlu’nun gerçek hayatta bir kişiye yakın olduğunu söyleyebilir miyiz? Yani ilham kaynağı gerçek bir kişi midir?
Belli bir kimse olarak değil ama aynı durumdaki birçok kişinin sentezi diyebiliriz.”
Aklımda bu soruların binlercesi vardı. Hayalime devam etsem birçok soru sorabilir, onların hayali cevaplarını tasarlayabilirdim. Ne var ki otobüsün son durağına gelmiş, inmek zorunda kalmıştım. Caddelerden akan insan seline kendimi kaptırınca muhayyel röportajım da dağılıp gitti. Ateş Denizi’ni koltuğumun altına sıkıştırıp adımlarımı hızlandırdım. Beşir Ayvazoğlu’nun konuşması başlamak üzereydi.