Dünyada çevre bilincinin oluşması çok yenidir.
Avrupa da sol partilerden sonra yeşiller partisinin kurulmasından sonra çevre gündem olmuştur.
Çünkü 1988 yılında ozon tabakasının inceldiği delindiği ve bunun nedeninin de fosil yakıtlar ve karbon salınımı olduğu netleştikten sonra çevre çok daha önemli hale gelmiştir.
Biz de ise hala bu bilinç yoktur ve takip eden siyasi bir yapı da oluşmamıştır.
Bu günlerde Marmara denizindeki nefessiz kalan suyun ”Ben ölüyorum” çığlığı olan salya(Müsilaj) görüntüleri bu günlerde önümüzde duruyor fakat hala bu çığlığı duyan yok.
Marmara denizin kirlenmesinin tarihi yeni değildir, Bizans ve 1455′ li yıllara Osmanlı’ya kadar gider.
Osmanlı’dan önce de Haliç’te Bizans gemileri yapılmıştır.
Osmanlı devleti Haliç ve Marmara kenarına tersanelerini, tekstil fabrikalarını (feshane gibi), askeri dikimevlerini, kömüre dayalı elektrik üretim fabrikalarını, tabakhaneleri ve bir çok kirlilik yaratan tesis kurmuştur.
Bu tesislerin bir kısmı günümüzde de vardır.
Daha sonra Adnan Menderes’le birlikte ”Küçük Amerika olacağız” diye, vahşi kapitalizme ülkenin kapılarını açan ve batının bütün pisliklerini, yüz yıllık atık makinelerini getirerek Haliç’in ve Marmara’nın çevresinde her türlü fabrikanın kurulmasına göz yummuştur, izin vermiştir.
Bu fabrikalar 1950 yılından 1984 yılına kadar faaliyet gösterdi ve önce Haliç’i, sonra da Marmara’yı öldürdü.
Bu gün olduğu gibi o gün de aklı başında bilim adamları hiç bir arıtma olmadan, tamamen batının hurda makineleriyle kurulan bu tesislerin Haliç’i ve Marmara’yı öldüreceğini, denizi bitireceğini söylediklerinde; Adnan Menderes meşhur sözünü söyler.
”Bize deniz lazım değil, ekmek lazım.”
İşte 1950 den 1984′ e kadar yüzlerce fabrikanın atıkları ve yoğun nüfusun atıkları Haliç’e ve Marmara’ya aktı ve Haliç kokuşmuş bir balçık haline geldi.
Haliç’te kurulan fabrikaların oluşmasıyla Haliç’in etrafında 1960-70-80’li yıllarda ucuz iş gücüne dayalı köylülerin çalışması için hazine arazileri üzerine gecekondular yapılmasına göz yumuldu.
İstanbul’un talanı ve yok edilmesi 1950′ li yıllarda başlamış ve AKP döneminde ise tabuta son çivi çakılmıştır.
Köyden gelen ucuz iş gücü de yürüyerek veya sonradan icat edilen minibüslerle fabrikalara geldi, böylece servis, yemek, sigorta ve hiç bir güvencesi olmayan insanlar buralarda çalıştı.
Daha sonra Bedrettin Dalan ile(1984) binalar yıkıldı, bu günkü Haliç kenarındaki fabrikaların yerine yeşil alanlar yapıldı.
Dalan da, daha sonra gelen belediye başkanları da bu adımın takipçisi oldular fakat hiç bir zaman Haliç’i ve Marmara’yı kurtaracak biyolojik arıtmanın adımını atmadılar, atamadılar.
Biliyorsunuz bazı ülkeler kanalizasyon atıklarını biyolojik arıtma yaparak, şehir isale hattına katarak içme suyu olarak kullanıyor.
Biz ne yaptık?
Bütün şehrin katı atıklarını kolektörlerle bir noktaya topladık, orada katı atıkları aldık, bazı yerlerde gübre ve elektrik enerjisi adımını attık.
Kalan kirli suyu biyolojik arıtma yapmadan kıyıdan bir kilometre içeriye denize boşalttık.
Sonuç mu?
ilk anda gözle görülmeyen kirlilik olduğu halde deniz temizlendi fikri yayıldı.
Oysa arıtılmayan milyonlarca insanın kirli, zehirli suları Marmara’nın dibine çöküverdi.
Bu günkü kirlenmeyi ve salya (Müsilaj) denilen yapıyı oluşturdu.
Acil olarak arıtma tesislerinin revize edilip halkın Marmara denizine boşaltılan kirli sularının biyolojik arıtma yapılarak içme suyuna bağlanması gerekiyor.
Okumalarımdan anladığım kadarıyla eğer bu yapılırsa, yani biyolojik arıtma yapılırsa Marmara eski canlılığına otuz yıllık bir sürede tekrar ulaşabilir düşüncesi var.
Bana göre ise bu işin çözümü ve ilk adımın atılması çok basit.
Hemen Cumhurbaşkanının başkanlığında Marmara Belediyeler Birliği toplanmalı ve radikal karalar alınmalı.
Acil, biyolojik arıtmanın kararları ve kanunları, yönetmelikleri çıkarılmalıdır.
Yapılır mı?
Yapılmaz, çünkü İBB’ yi yöneten bir vatan haini!!! belediye başkanı olduğu için, sayın Erdoğan onunla aynı masaya oturmaz.
Ne olur?
Marmara’nın ölümünü herkes seyreder.
Ne zamana kadar?
Marmara’nın etrafında oturan otuz milyon insan demokratik tepki ve isyanını gösterene kadar.
Maalesef ülkemiz bu hale gelmiş durumda, kamplaşma, ayrışma, kin, nefret ve düşmanlaşma müsilaj gibi hayatın her alanına yayıldığı için, ülkeyi yönetenler ne ormanı, ne denizi, ne dağı ne de yeşili başımıza gelen çevre felaketini görmüyor.