Sabah kalktığımda aceleyle ajandaya koştum. Olmayan rotamızı kafama göre düzenlemekti niyetim. Ama gelin görün ki bugün gidilecek yerlerin benden önce birileri tarafından yazılmış olduğunu gördüm. Bayezid’ten başkası olamazdı. Ama yazı Bayezid’e ait değildi. Bu işte tatilimizin yeni ortağı Harun Abi’in parmağı olduğunu yazısından anladım. Bizim için bir ritüel haline gelen sabah yüzmesinden sonra Susurluk, Balıkesir, Edremit’i geçip nihayetinde Ayvalık’a ulaşmamız gerekiyordu. Tek şoför olarak beni zorlu bir günün başladığını fark ettim.
Harun Abi bize dün gece katıldı. Kendisi tarih mütehassısı ve Yedikıta Dergisi’nin editörü ve benim hocamdır. Gezi yazılarımızı okumuş ve yanımıza gelmeyi düşünmüş. Biz de “buyur gel” dedik. Yenikapı-Bandırma vapuruyla 20:30’da yanımızda olması gerekiyordu fakat İDO’nun azizliğine uğrayıp rötarla dokuz buçukta gelebildi. Kendiyle birlikte tatilimize renk, çeşni, muhabbet ve edebiyat getirmiş. Beraberce çay bahçesine oturup çantalarımızdakileri kitapları çıkarttık, masamızı “kitap okuma masası” ilan ettik.
Bugünkü yeni rotamıza dönersek öğlen olmadan çıktık. Nerede mola versek tartışmalarına yolun kenarındaki bir köye direksiyon kırarak ben son verdim. Köy meydanındaki çınarın altındaki kahvenin tahta iskemlelerine oturduk. Üç çay gelene kadar kahvenin içini dolaşıverdim. Köydekilere gelip de kapı kapı dolaşmak yerine kahveye bırakılan faturalar ve çoğu kredi kartı ekstresi olan zarflar tomar halinde camın önünde duruyordu. Her duvarında birer adet İstanbul manzarası görmek hoşuma gitti. Ama en çok da kitap okuma köşesinin dikkatimi çektiğini söylemeliyim. Iskartaya çıkmış ıstakalarla kutu kutu oyun taşlarının gölgesinde kalsa da kitaplığın repertuarı oldukça genişti. Çehov’dan Ahmet Altan’a; Viktor Hugo’dan Dostoyevski’ye birçok kitap biri bizi çeksin diye bakışıyorlardı. Usulen bir tanesini aldım, üzerindeki toza üfleyip içinden birkaç cümle okuduktan sonra yerine koydum. Kahvenin sahibi eski bir imam olan Cevdet Bey bizimle ilgilendi, çaylarımızı tazeledi, muhabbetiyle güleç yüzünü bizden esirgemedi. Avluda boş masa yoktu. Kiminde başındaki kasketiyle yorgun ihtiyarlar, kiminde elindeki akıllı telefonlarıyla çalak gençler oturuyordu. Elektrik kesilmediği sürece hep açık kalan televizyonda açık olan TRT Müzik kanalındaki halk müziği konseri bahçenin kalan boşluklarını dolduruyordu. Gülen gözlerle bizi karşılayanlar güler yüzlerle ve sallanan ellerle bizleri uğurladılar. Tekrar Ayvalık yoluna girdiğimizde birbirimize “neden daha önceki molalarımızı böyle yakın köylerde değil de akaryakıt istasyonlarında verdik?” diye soruyorduk.
Edremit’ten geçerken zeytin almamamızın tek sebebi acıkan karnımızı daha fazla kıyılmadan Ayvalık tostuna yetiştirebilmekti. Ayvalık’a gelene kadar bize yolun her iki yanında göz alabildiğine uzanan zeytin ağaçları eşlik etti. “Bu kadar zeytini nasıl topluyorlar, nasıl ter akıtıyorlar, soframıza gelen zeytinde ne emekler varmış” yerine herkes gibi “buranın sahibi ne para kırıyordur” u konuştuk!!! Ayvalık’a gelir gelmez soluğu tostçuda aldık.
İkindiye kadar yaptığımız şehir turu bize sahil ilçesinin çok eskilere dayandığını ispat etmeye yetti. Şimdi çarşı olarak kullanılan daracık sokaklardaki yüzlerce küçük dükkan muhtemelen bundan önceki asırlarda da zanaat erbabının dükkanlarıydı. Bu sokakların arasından göz kırpan şık minare bizi kendine çekti. Saatli Cami kiliseden cami haline getirildiğini haykırıyor gibiydi. Hatta çan yeri dahi aynen muhafaza edilmiş. Zaten çan kulesinin ortasındaki saatten dolayı adı Saatli Cami imiş. İkindi namazını müteakip bitkinlik ve hararetimizin acısını çıkartma isteği bizi plajlarıyla ünlü Sarımsaklı’ya sürükledi. Ondan sonrasını zaten biliyorsunuz. Ver elini tertemiz Ege Denizi, al bütün yorgunluğumuzu.