Son yıllarda çok gündeme gelmesine rağmen aslında sadece ülkemizin değil tüm dünyanın uzun yıllardır gündemini meşgul eden bir sorundur göçmenler. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi “Herkes zulüm karşısında başka memleketlerden mülteci olarak kabulü talep etmek ve memleketler tarafından mülteci muamelesi görmek hakkını haizdir.”
diyerek mülteciliği insani bir hak olarak belirtmiştir.
Geçen yüzyıl ortalarından sonra ülkemiz yurt dışına gönderdiği işçilerin hakları için mücadele vermek zorundaydı. Onlar mülteci sayılmazdı ancak daha iyi yaşam şartları ve iş garantisi nedeniyle yurtlarını, eş, dost, akraba ve yaşam çevrelerini terk ederek kendilerine tamamen yabancı bir ülkeye göç etmişlerdi. Orada iyi bir gelire sahip gibi görünseler de çalışma şartları çok ağırdı. Üstelik ırkçı saldırıların da tehdidi altındaydılar.
Bu korkular onları yaşadıkları toplumdan uzak durmaya ve kendi içlerinde oluşturdukları kolonide yaşamaya itmişlerdi. Terk ettikleri topraklarda geride bıraktıkları gelişim ve değişim yaşarken onlar daha ileri bir medeniyette olmalarına rağmen kültürel ve düşünsel yapılarını muhafaza ettiler. Bilmedikleri bir kültüre kaynayıp kaybolma korkusu vardı. Bu korkudan en çok nasibini alan ise yine yanlarında götürmüşlerse eş ve çocukları olmuştu. Kadınlar her yerde olduğu gibi burada da baskı altında bir yaşam sürmek zorundaydılar.
1986 yapımı “Kırk metrekare Almanya” filmini hatırlayanlar vardır. Küçük köyünde bile daha geniş ve özgür bir yaşam alanı vardı belki de. Ayrıca orada toplumun en alt tabakasını oluşturan bu işçiler, ayrımcılığı, yabancı olmanın ne demek olduğunu, ikinci sınıf insan olmanın ezikliğini hep yaşadılar. Bu ezilmişliklerini de ülkelerine geldikleri dönemlerde abartılı zenginlik gösterileri ile kapatmaya çalışırlardı. Yine hatırlayanlar bilir, Almanya’dan izne gelinir Mercedes arabayla, kılık kıyafet de düzgün. Köyde herkes imrenerek bakar. Bir de yakıştırma sıfatları vardır Alamancı… Ama ne çektiklerini kendileri bilir sadece. Şimdi bunları neden anlattığıma gelirsek bugün ülkemizde sanırım 3 buçuk milyon Suriyeli mülteci var (multeciler.org.tr sayfası verisidir).
Bunlar bir zamanlar bizim gittiğimiz gibi daha iyi iş olanağı için gelmediler. Sadece hayatta kalma mücadelesi ile bizim ülkemizdeler. Bizim onları misafir etme sebebimiz ise ülkelerindeki savaş nedeniyle tamamen insanı boyutta. Biz misafirperver bir milletiz de sadece sözde mi yoksa gerçekten de öyle miyiz? Suriyeliler ülkemize gelmeye başladığı andan itibaren farklı sesler yükselmeye başlamıştı toplumda.
Özellikle insanların birbirini hızla etkilediği ve düşünmeden galeyana getirildikleri sosyal medya ortamlarında her tür yorum yapılıyordu. Kimi onlara sahip çıkmak gerektiğini söylerken kimi de ülkelerine geri dönsünler biz kendimizi zor besliyoruz diyordu. Aslında ülkenin bulunduğu durum ortadaydı ve kendi ekonomik sıkıntılarımızın içine bir de beslemek zorunda olacağımız yabancı bir halkı almak istemiyordu insanlarımız.
Bir kısmı da kendi topraklarını savunmaktan kaçmış insanların bizim ülkemize bir faydası olmayacağı görüşündeydi. Bunların düşünülüp konuşulması gerekir elbet ama konu sosyal medya ortamlarında bilinçsizce tartışılmaya başladığında toplumda kin ve nefret söylemlerini arttırır ve her iki toplum için de hoş olmayan sonuçlar yaratır.
Mültecilerin bir kısmı bizim ülkemize yerleşirken bir kısmı da batı ülkelerine geçiş yolunda büyük riskler almışlar ve acı kayıplar yaşamışlardır. Ülkemize yerleşenler açısından bir değerlendirme yaparsak; bizim Avrupa ülkelerine gönderdiğimiz işçilerden daha kötü durumdalar çünkü hayatta kalmak için önlerine sunacağımız her şarta razı olmak zorundalar. Bu nedenle ucuz iş gücü olarak kullanılmaları en yaygın görülen sorunlardan biridir.
Kötü çalışma koşullarında, güvencesiz işlerde çalışıyorlar. Geçindirmek zorunda oldukları aileler, çocukları var. Kadınlarını ve çocuklarını kendi ülkelerindeki tehlikelerden kaçırıp getirmişken yabancı bir ülkede kaybetmeyi istemiyorlar. Bizim Alamancılar gibi geldikleri topluma entegre olamıyorlar. Bir gün geri dönme umudundalar.
Kendi içlerinde bir kapalı grup olamıyorlar çünkü kampların haricinde dağınık yaşıyorlar. Tabii ki içinde yaşadıkları toplum da onlara katlansa bile çok kaynaşma niyetinde değil çünkü bir an önce ülkelerine dönmelerini istiyorlar.
Burada büyük bir toplumsal sorunun eşiğinde olduğumuz fark edilerek önlem alınmalı. Yoksul halk kendi gibi yoksul ve yardıma ihtiyaç duyduğu başka bir halkı misafir eder. Ancak bir süre sonra paylaşım sorunu ortaya çıkar ve yoksul yoksulun düşmanı olur. Mültecilere kendilerinde daha fazla hak tanındığını gören ya da böyle olduğunu düşünen insanlar onlara karşı düşmanlık beslemeye başlar. Mülteciler konusunda bu sürecin iyi yönetilmesi ve yaklaşan tehlikenin erken farkına varılması gerekir. Aksi takdirde aşırı ırkçı bir akıma toplumun sürüklenmesi kaçınılmazdır.
Birlikte yaşamak zorunda kaldığımız mülteciler ile kültür alış verişi kaçınılmazdır. Bu alış veriş medeniyet yönünde olabileceği gibi geriye doğru bir gidiş de olabilir. Bu yazımda genel sorunları ele aldım. Çok uzun olmaması için mülteci kadın ve çocuklar bölümünü de ikinci bir yazı ile dile getireceğim. Konu ile ilgili araştırma süreci gibi yazma süreci de insanı zorluyor.
Süreci yaşayanların neler yaşadıklarını ancak kendileri anlayabilir. Ama hiç de kolay olmadığını biz de anlayalım istedim. İLKAY KUMTEPE / 28.02.2019