Fahri Tuna ile yolumuzun kesişmesi seneler öncesine rast gelse de enikonu oturup konuşmamız birkaç ay öncesine denk geldi.
O dönem bir sanat projesi için çıkmaza girmiş, kimden akıl alsam, kime danışsam, diye kara kara düşünürken Sakaryamızın kıymetli yazarlarından Fahri Hocaya danışmak yol haritası rica etmek aklıma gelmişti.
Bir yol gösterir, bir ışık tutar umudu ile aradım Fahri Hocamı.
O gün başka bir programı olmasına rağmen sağolsun kırmadı beni ve nisan aynın tüm dengesizliğinin hava durumuna yansıdığı bir gün buluştuk.
O Nisan gününde hava hem yağmurlu, hem güneşli, hem de rüzgarlıydı.Heyecandan mıdır, saygıdan mıdır buluşma yerine epey erken gitmiş, pastanenin ortasında bir on dakika kadar dikilip, ‘acaba nereye otursam, ya cereyanda kalırsam, akşam güneşi yüzüme vurur mu’ gibi baş edilmez sorunlara kafa yormuştum.
Hava durumu bulutların yarım saat sonra dağılacağını gösteriyordu, doğu batı yönünü belirleyip, dördüncü masanın duvar kenarına oturursam akşam güneşinin yüzüme vurmayacağını, aynı zamanda bilmem kaç km/saatlik rüzgarın sırtımı kamçılayıp zatürre etmeyeceğini garantilemiş olacaktım. Benim için lokasyonu en konforlu masayı belirledim.
Tam mükemmel masaya oturmuştum ki; içimden bir ses ‘eyvah! Fahri Hoca nereye oturacak?’ dedi.
Bu sefer de ikimiz için en ideal masayı hesaplamaya başlamıştım. Hava durumuna tekrar bakıp, kuzey- güney, rüzgar-poyraz derken daha mükemmel bir masa bulmuştum.
Sevinçle masaya doğru ilerlerken bir çift kaşla göz arasında benim mükemmel masama kurulmuşlardı. Oysa ki gözümü masadan ayırmamıştım, bu çift mantar gibi sandalyelerden mi bitmişti, ne olmuştu anlayamadım.
Kabalıklarına karşılık kızgın bir bakış fırlattım ama oralı bile olmadılar.
Pek mükemmel olmasa da mecburen kalan iki masa arasından ilk seçtiğim masaya en yakın olan yere oturdum.
Nihayet Fahri Hoca kapıda göründü, eğer gelmeseydi pastanenin iç tarafındaki diğer masaları da tek tek gezmek zorunda kalacaktım.
Fahri Hoca bana doğru gelirken belki beni tanımaz endişesiyle ayağa kalkıp el salladım. Sıcak bir tokalaşma ve merhabayı alıp cebime attım ki kaybolmasın.
Ufak hal hatır soruşmasından sonra menü geldi.
Çok sert bir diyete başlayalı tamı tamına on iki saat olmuştu ve ben emeklerimin boşuna gitmemesi ve hali hazırda verdiğim 100 gr mın geri gelmemesi için evden çıkarken kendime tatlı, pasta, muhallebi yemeyeceğime ve sadece çay içeceğime dair söz vermiştim.
Fahri Hoca ‘burada sakızlı muhallebi yenir, ikimize de söylüyorum dedi
Prensiplerime çok bağlı bir insan olarak karalı ve gururlu bir ses tonuyla ‘hocam ben çok sıkı bir diyetteyim, çay içeceğim, size afiyet olsun’ dedim.
Sözlerimi kabul etmeyen Fahri Hoca’nın çözümü en azından muhallebinin tadına bakmam oldu ve garsondan iki kaşık rica etti.
Muhallebi gelene kadar Sakarya’daki sanatsal gelişmelerden bahsettik.
Fahri Hoca bana göre bir sanatçının olması gerektiği gibi yargısız, samimi, ılıman iklim insanıydı.
Beni dikkatle dinleyip, kalbimin kırılasından korkmadan eleştirilerini sakınmadı. Bir ustanın eleştirilerine her zaman kapım açıktı lakin pastanenin de kapısı açıktı.
Açık kapıdan bir anda ağzından buzlar fışkırtan ejderha bana doğru hızlıca yaklaşıp, sırtıma buzlarını püskürtmeye başladı. Bu Serdivan’ın ejderhası olmalıydı. Her zamanki gibi ince hesaplarım tutmamış, yine hadsiz bir ejderhanın buzlarına maruz kalmıştım.
Biraz sola kaykılıp mükemmel masamıza kurulan çifte tekrar sert bir bakış attım. Yine oralı olmadılar, ne kabaca..
Bulutlar yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Muhabbeti bölmek istemediğim için ejderhanın verdiği rahatsızlığı hocaya farkettirmemeye çalışırken, üzeri bol fındıklı muhallebi masamıza geldi.
Aç gözlü ejderhayı tam muhallebiye saldıracakken kıvrak bir dirsek haraketiyle masadan aşağı attım ama arkama geçip kızgınlıkla sivri buzlarını yine sırtıma püskürtmeye başladı.
Fahri Hoca’nın buyur Aysun teklifine gerek kalmadan ben kaşığı elime almış, muhallebinin bol fındıklı yerine saplamıştım. Hem kavrulmuş fındık kokusu, hem sakız kokusu görünür bir biçimde burun deliklerimden içeri girmiş, beynimin hangi lobunu, hangi korteksini uyarmışsa, başladığım katı diyetten vazgeçmeme, belki on beş dakika önceki kararlılığıma, evden çıkmadan kendime verdiğim sözümü bir kaşıklık dahi olsa iptal etmeme, o muhteşem lezzeti kendimden esirgememe sebep olmuştu. Hem bir kerecikten de bir şey olacak değildi. Hepi topu bir kaşık. Ayrıca ikramı geri çevirmek geleneklerimize ters düşerdi, ayıptı, saygısızlıktı, bana yakışmazdı.
Fahri Hoca bana tekrar muhallebi ısmarlamayı teklif etti. ‘Hayır hocam sağolun’ dedim.
Sorularımı sorarken ejderhanın ayaklarımda dolanmasıyla dikkatimi bir türlü Fahri Hocaya verememiş, ne anlattığını bir türlü anlayamamıştım. Bunu farkeden hoca masanın üzerindeki peçetelikten bir peçete alarak yeşil kalemiyle şekiller çizerek anlatmaya başladı.
Hoca anlatırken hem ayağımla ejderhayı tekmeliyor, hem de muhallebiyi kaşıklıyordum. Gerçekten lezzetli bir muhallebiydi.
Neden sonra Fahri Hoca kalemini bırakarak neşeli bir edayla ‘Aysun, sana ben bir kase muhallebi söylüyorum dedi.
Hemen kaşığı muhallebi kasesinin yanına koyarak -Yok yok bu son kaşığım hocam ikram geri çevrilmez diye yiyorum dedim.
Pek ikna olmuşa benzemeyen hoca anlatmaya, anlamaya çalışmaya devam etti.
Ejderhayla didişirken Fahri Hoca birden ayağa fırladı, gözlerini endişeyle ileriye doğru dikmiş bir halde ‘eyvah!hanıma söz vermiştim, geleceğim’ dedi ve koşarak pastaneden çıktı.
Ejderhaya bağırdım ‘bak hoca senin yüzünden kaçtı’
Hadsiz ejderha ‘asıl senin yüzünden kaçtı, löp löp götürdün adamın muhallebisini, sana kızıp gitti’ dedi.
Fahri Hocanın geri gelmeyeceği endişesiyle buzlarını ayaklarıma püskürtmeyi bırakan ejderha uslu bir kedi gibi mırıldanarak kucağıma oturdu.
Ayıp olmasın diye okşamaya başladığım ejderha bu sefer yüz bularak muhallebiye doğru kafasını uzattı. Yememesi için çok uğraşsam da birazcık yedi. Ben ömrümde bu kadar bereketli muhallebi görmedim.
Benim mükemmel masama kurulan kaba çiftten erkek olanı ejderhayla münakaşamızdan rahatsız olacak ki bana ters ters bakarak oflayıp sandalyesinin pozisyonunu değiştirdi.
Sonuçta hocanın muhallebisini kurtarmıştım, ne büyük bir onur, anam babam yaşasalardı da benimle gurur duysalardı. Yaşaran gözlerime şaşkınlıkla bakan ejderhaya acizliğimi belli etmemek için özlemlerimi göz pınarlarımdan çabucak toplayıp cebime attım.
Nihayet hoca elinde siyah bir poşetle, nefes nefese kalmış bir halde yerine oturdu. Ejderha ve ben merak içinde bir poşete bir hocaya bakıyorduk. Poşetten üç minik şişe çıkarıp masaya dizen hoca sandalyesinde arkaya doğru kaykılarak, ‘göz damlalarımın saatinin geçmemesi lazım, ben baban yaşındayım, damlat bakayım’ dedi.
İlk şişeyi elime aldım, tam damlatacağım hoca gözünü yumuyor, açmasını bekliyorum, damlatıyorum, damla gözüne düşesiye hoca yine gözünü yumuyor, damlalar göz kapaklarından yanaklarına süzülüyor. Öyle böyle üç şişeyi de damlatmayı başardım. Fahri Hocanın sağ gözünü kurtardığım için kendimle yine gurur duymuştum. Ucundan da olsa edebiyata bir katkım olmuştu. Kabarmış duygularla kaşığımı elime alıp tam muhallebiyi kaşıklayacaktım ki ne göreyim, kase boş. O karmaşada ejderha mı yedi, hoca mı yedi, yoksa ben mi yedim bilemiyorum.
Muhabbetimiz devam ederken ejderhanın hoşçakalın bile demeden gittiğini farkettim. İnsan bir elveda der, hoşçakalın der. Kabaydı, hadsizdi, ne de olsa eski zaman hayvanıydı.
Ayrılık vakti geldiğinde hocayla vedalaşıp, pastanenin kapısından zıt yönlere doğru uzaklaştık.
Eve gidince gülerek ceplerimi boşalttım, güzel anlarımı ve ejderhanın buzlarını sihirli sopamla çakıl taşlarına dönüştürüp ipek çıkınıma sakladım.
Fahri Hocam ve Hadsiz Ecderha (Nisan/2019)