Kadın olmak çok zor. Çalışan, ev hanımı farketmez. Eğer mağara değil de bir evde yaşıyorsan hele hele anneysen görevler otomatik olarak çoğalır.
Kadınların en rahat olduğu devir kesinlikle taş devridir. İlkel kadınların pek görevi yoktu sanrım. En azından o zamanlar ütü icat edilmemiş, çamaşır yok ki makinası olsun, çay denen içecek yok sürekli mutfaktan taaa salona çay getir çay götür veya salon ya da mutfak ayrı değildir ki çayı taşıma derdi olsun.
Ateşi erkek yakar, hayvanı erkek avlar, kadın sadece doğurur, bebek büyütür. Saç, makyaj derdi de sanırım pek yoktur. Belki eşlerini avdan beklerken boş kalan kadınlar o dönemlerde çıkarmışızdır makyaj olayını. Tam bilemiyorum. Belki ilkokul da kaprislerimizden dolayı ortaya çıkan birşeydir. Bu çocuklar mağarada çok zıplıyorlar, kafamız kaldırmıyor, incik boncuklarımızı dağıtıyorlar, okul gibi bir şey icat edin de biz de rahat edelim diyen kadınların şikayetleri sonucunda çıkmış olabilir.
Eminim o kafa rahatlığına rağmen ilk çağlarda yaşasaydım şikâyet edecek, mızmızlanacak bir şeyler mutlaka bulurdum.
Bu derin düşüncelere en çok temizlik günlerimde dalarım.
Bir cumartesi günü ev ahalisinin çoraplarını eşleştirirken kaybolan çoraplar, yalnız kalan teklerini sıraya dizmem, bunun eşi nerede, en son bu çorabı nerede giymiştim, içeri bağırır kızım bu çorabın tekine bak bakalım yatağının altında mı, içeriden ses gelir:
“Ödev yapıyorum annneeeeeee!”
Berikinin tekini kedi misafirler varken ağzında salonun ortasına getirmişti sanki ben de aceleyle kimbilir nereye tıkmıştım.
Bu ikisinin rengi çok benziyor ama eş değiller. Çorap eşleştirme işi çok titiz çalışma gerektirir çünkü yanlış eşleştirirsem diğer eşleriyle belki de sonsuz bir döngü içinde hiç kavuşamayacak.
Kucağımda dizili çoraplar, karşımda eşlerini arayan yalnız aşıklar. Çoğu ağlamaklı. Dayanamayıp bir tanesini elime aldım. “Ah canım senin de mi eşin yok? Du bakalım belki buradadır. Hayır bu değil, bu da değil, şu sana benziyor ama yan yana gelince alakanız yok.”
Bir diğer yalnız çorabı üzülerek kucaklarken aklıma Flash Tv’de Yalçın Çakır’ın programında ağlayan Muhsin Bey geldi. İnternet fenomeni olmuş bu Muhsin Bey eşi Tülay Hanım’a şiddet uygulamış, hanımı evden kaçırtmış geri de dönmeyince Flash Tv’ye çıkıp bayağı bi yalvararak ağlamıştı.
“Tülay karıcığım, nerdesiiiiiin” diye ağlayan Muhsin Bey’e benzettim kucağımda teselli etmeye çalıştığım çorabı. Eğer boş zamanınız varsa Youtube’tan “Tülay nerdesin” diye aratırsanız hemen video karşınıza çıkacaktır.
Lacivert çorap eşine geri dön diye yalvarırken, ona omuz atarak susturan mavi çorap başladı bu sefer: “Aşkım geri dön, sevgilim geri dön, nerdesin geri dön”. Çizgili pembe de başlamıştı aşkı için ağlamaya: “Lütfen sevgiliiiim, söz ne istersen olacak.”
Çorapları geri döndürmem için belki de çorap gibi düşünmeliydim. Klişedir. Birinin bir işi neden yaptığını bulmak için kendinizi o kişinin yerine koyarak düşünmeniz gerekir. Ben çizgili pembe çorap olsaydım nereye giderdim. Bu kadar gürültünün içinde rahat sağlıklı düşünemiyordum.
-Ah kızım iki dakika baksan yatağının altına, şurda ağlıyor zavallılar, vicdansız!
-Ödevim var anneeee!
Belki de makinede saklanmış olabilir. Çorapların hepsi sonsuzluk evreninde kaybolmuş eşleri için ağlamaya başlamıştı. O an hepsini bir poşete tıkıp çöpe atmak istedim. Şehir çöplüğünde elbet kendilerine benzer çoraplar vardır.
O sırada bir çifti buluşturmuştum. Çok mutlu olmuşlardı.
O an dedim ki: “Ahtım olsun, eğer bundan sonra çorap alırsam hep aynı renk çorap alacağım. Böylece eşleştirirken sorun çıkmayacak. Hatta bütün aile aynı çorabı giyecek.” (Oğlum biraz küçük ama sorun yapacağını sanmıyorum.)
Bu çoraplarla ne derdim var acaba nasıl bir sınav veriyorum, birinin ahını mı aldım derken, üniversitede ev arkadaşımın çoraplarının akıbeti aklıma geldi. Ev arkadaşım çoraplarını yıkamıyor, bir poşette biriktiriyor, memlekete giderken toptan götürüp yıkayıp geri getiriyordu.
Bir konuşma sırasında iyilik yapmak adına: “Ben senin çorapları yıkarım iki dakikalık iş” dedim. İnanır mısınız hiç itiraz etmeden hemen “al yıka” dedi.
İnsan bir tuhaf oluyor. Nezaketen de olsa “Yok canım, ne gerek var Aysuncuğum, zahmet etme” falan demesi gerekir, benim de “ah ne demek canım, kendiminkileri yıkarken seninkileri de na şuracıkta hallederim” falan demem gerekirdi ama olmadı.
Yine bir haftasonu ev arkadaşım dışarıdayken çamaşırlarımı pembe plastik leğenimde yıkamış, (kesinlikle iş yapmayı çok sevdiğimden değil mecburiyetten) arada arkadaşımınkileri de çıkartmıştım. Benimkilerin acelesi yoktu ama arkadaşımınkileri hemen yıkayıp kurutmak, eve gelince ona güzel bir sürpriz yapmak istemiştim. Baya baya kırk çifte yakın çorabı vardı. Elektirikli sobanın en yüksek ayarını açıp karşısına iki sandalye yerleştirdim. Sandalyelerin bacakları arasına iki sıra ip gerdim ve başladım çorapları ipe dizmeye. “Beş dakikaya bir posta kurur ben o sırada balkona kendi çamaşırlarımı asayım” dedim.
Balkondan döndüğümde çorapların kömür gibi yanmış kaskatı halleriyle karşılaştım. İlk postada fire olur ama bunları karışık astığım için diğer eşleri de işe yaramaz olmuştu.
Yanmış çorapları bir kenara attım ve yenilerini dizdim. Bu sefer zamanlamayı çok iyi ayarlamam gerekiyordu. Çorapların başında sadık bir emir eri gibi bekleyecek kuruyanı yanmadan hemen alacaktım. Dikkat ettim de başlarında beklerken çabuk kurumuyorlardı. Bir tanesini kontrol ettim. “Ohoo, daha ıslak bunlar o arada ben bir keyif kahvesi yaparım diğer postada da içerim” deyip mutfağa geçtim.
Kahveyi pişirip odaya döndüğümde ne göreyim. Diğer çoraplar da asılı oldukları kat yerlerinden yanmışlardı. Onları da mangalda pişen balıklar gibi tek tek toplayıp diğer kömürlerin üstüne attım.
Yahu çoraplar yanıyordu da ip neden yanmıyordu. Son postayı bari kurtarayım dedim ve onları da büyük bir titizlikle ipe dizdim. Gerçi son postanın eşlerinin çoğu yanmış olmalıydı. İçerde soğuyan kahveme rağmen iyilik yapmak adına çorapları izlemeye başladım. Aa bi tanesi sıcaklıktan delinmişti ama azıcık, hatta giyilebilirdi bile. Hemen onu alıp hassasça koltuğun üstüne koydum. O sırada bir iki tanesi daha yanmıştı. Pişen balıklar gibi sırası geleni aldım attım, aldım attım.
Elimde hiç sağlam çorap kalmamıştı. Koltuğun üstüne özenle ayırdığım hafif yanmış çorabı da diğerleriyle beraber gerisin geri poşete koydum.
Şimdi ev arkadaşıma ne diyecektim. Nasrettin Hoca gibi “Senin çoraplar çıkan bir yangında hayatını kaybetti” diyemezdim ki.
En iyisi o sorana kadar hiç konuyu açmamak. Gelmesine yakın odama girip uyuyor numarası yapabilir, zaman kazanabilirdim. Ertesi gün sorarsa da sindirebildiğim bu gerçeği ona sakin kafayla anlatır, ona yeni çoraplar alır konuyu kapatırdım.
Çocukluğumda kırdığım bardağı farkederlerse evet ben kırdım derdim ama kimse farketmezse hiç sesimi çıkarmazdım. Olan olay olmamışçasına tarihten silinir giderdi. Aynen böyle yapabilirdim. Hafta sonunu atlatmıştım. Hafta içi evde karşılaştığımız zamanlarda yüzüme manalı manalı bakıyordu ama çoraplarını hiç sormuyordu.
Hatta bir keresinde aceleyle hazırlanırken çoraplarını gözümün içine bakarak giymişti de hiç ses etmemiştim. Kesin benim itiraf etmemi bekliyordu. Onu takip eden diğer haftalarda da sormadı. Hatta memlekete giderken dahi “Yahu benim çoraplar vardı Aysun gördün mü?” bile demedi. Kuru kuru “Görüşürüz, kendine iyi bak” deyip gitmişti.
Döndüğünde annesi bana hediye patik yollamıştı. Annesine de anlatmış durumu belli. Kadın bunlardan bizim köyde çok var demeye mi getirmişti lafı? Patikleri verirken sinirden eli titrer gibi olmuş gibiydi. Belki de hiç titrememişti.
Bir keresinde de pazarda çorapçının önünden geçerken sanki bana manalı manalı bakmıştı. Belki de hiç bakmamıştı.
Aradan yıllar geçti arkadaşımda tık yok. Hala arada konuşuruz “nasıl gidiyor hayat, neler yaptın” diye ama çoraplarını büyük bir inatla sormuyor. Yeryüzünde ne tuhaf insanlar var.